30 Aralık 2009 Çarşamba

Yılbaşısı

Hayatımın en kötü yılbaşını geçen sene yaşamıştım. Boş yere ağlamak vs..
Ne yapacağını bilemediğinden, stress.. Yılbaşı yükü, sorumluluğu. Bişiler yapmalıyım heyo eğlenmeliyiz.
Halbuki sakinlik ne güzeldir. Herkesin tek bi istediği şey var aslında. Gülümsemek. Saat 12ye gelirken de 12yi geçerken de gülümsek. Hayat boyu.

Bugün iş yerinde konuşuyoduk da.. Heybeliada'da. Dalgaların sesi kulaklarında. Hatta kumsalda.
Ayakların kumların içinde, denize doğru oturmuş öylece bakarken şarabını, rakını yudumluyosun. Karşıda İstanbul'da patlayan havai fişekleri var ve sessizce izliyosun. O rahatsız edici gürültüsü yerine sadece renk cümbüşü sana haber veriyor beyaz günleri. Oturup umut ediyorsun, sessizce bi dilek tutuluyor içten.

Ya da.. evde portakal soyup başucuna koyuyorsun.

Abartmamak lazım. Sıkıntı yapmamak, kasmamak gerek. Yılbaşı lan işte. Kar yağsa güzel olur ama. Kar yağsın. Bi de piyango çıksın. Hiçbi sene dilemem bunu ama piyango çıksın. Kar yağmasın o zaman. Piyango çıksın. Amorti değil. Büyük ikramiye çıksın. Hmm. Şöylece toparlayım, Bu yılbaşında büyük ikramiye bana çıksın süpaneke.


15 Aralık 2009 Salı

what's on your mind?

hiç uykum yok. sabah nası kalkçezzz. ezgi abla ösledim seni. pazar günü geleyim de zıbıtalım diyorum. Ankarayı hiç sevmiyorum. 18473402749302 kişi toplasam sugarcane buraya gelir mi. hmm.. bir asosyalin çırpınışları ya da isyanı diye kitap yazsam alan olur mu. olmas tamam. son bi sigaram kaldı onu da içmeden yatayım ben. havalar çok soğudu böyle birden üstümüze geldi. kış bize pis pis nihahaha diye güldü. oysaki ben patiklerimi henüz dolabımdan çıkarmamıştım. emre seni çok ösledim. didem ılık süt iç. biz küçükken sandalyeleri karşılıklı koyup ipi de bacaklarına geçirip evde ip atlardık. hey gidi yavrum. çocuk olsan da dert her sabah okul bi sürü ödev yls dgs öss gibi adlarından emin olamadığım sınavlar. büyüsen ayrı dert. babam mı bakacak ömür boyu. ben yazdıkça feysbuk beni durdurmuyor. bekliyorum ki feysbuk bu alan doldu diye uyarı versin. at koşturuyorum resmen feysbukta. çılgın atıyorum. oha çok güselmiş hayat meğersem. feysbukta buldum hayatı. fanta hayatın tadı. dök dök ye ketçap. bazen böyle hep reklam cıngıllarını söylüyorum içimden. en kötüsü, marccc temislik ferahlık heryereee olan cıngıl. ben o sigarayı içip yatayım.

1 Aralık 2009 Salı

I Wanna Be Your Dog


Coverları bol ama Emilie Simon tarafından dinlemeyi sevdiğim bi şarkı.
Pek sevdiğim bi arkadaşımın da düğün şarkısı olcakmış :)

Klip güsel yaratıcı.. Tam yerinde.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Google wave ve bigudilerim.

Güzel bir tatil sonrası yarın iş var.
iş iş iş iş iş iş iş.

-Bir maslak alır mısınız
-Köprüde inebilir miyim?

Tüm bayram boyunca oturup tez yazmaya çalıştım. Sonra baktım ki Shefrin'in '' Beyond Greed and Fear'' kitabını resmen türkçeye çevirip her satırını da tez diye adlandırdığım yandan yemiş word dosyasına yazmışım. Bıraktım.
Tez böyle yazılmaz. Biraz okuyim düşüncelerim gelişsin felan ama ne ara olcak bu iş hiçbi fikrim yok.

Annemler geldi bayramda İstanbul'a.. Büyük ihtimal yılbaşını da burda geçirmek istiyorlar ki bu benim için pek iyi değil. Sevgiliyle uyuyup uyanmaya alıştığımdan zor oluyor.

Uyku demişken. Uyurken kendime zarar veriyorum. Bu sabah uyandığımda, uyurken burnumdaki piercingi çekip çıkarmaya çalıştığımı farkettim. Acıyodu vs.. Niye böyle yapıyorum acaba. Uyurken kendimi videoya kaydetmek istiyorum.

Ha.. Google wave çıkmış. Çok güzel.
1 ay kadar önce sevgilim google a mail atıp davetiye istemişti bu program için. Bugün gelmiş.
Girdik kurcaladık, güzel bir olay. Hani iş yerinde kullandığımız outlook un çok yönlüsü.
Birden fazla kişiyle konuşmak için insanları o sekmeye sürüklemek yetiyor. Ya da bi video, fotoğraf paylaşmak için de aynısı geçerli ve karşı taraf hemen görebiliyor. İstersen yüklüyosun gönderilen video ya da fotoğrafı istersen de slide show yapıyorsun.

Bir de şöyle bi özelliği war ama bu preview sürümü olduğu için henüz yok diyebiliriz:
karşındaki fransızca konuşuyor ama sen fr bilmiyorsun. Varsın olsun bilme.. Rossy diye bi robot yapmışlar. Onu konuşma sekmesine sürüklediğinde aynı anda translate yapıyor. Hem de daha karşındaki yazarken. 20 dilde felan yapacakmış.

Aynı zamanda blogger ve twitter destekli.. blogundaki veya twitterındaki olaylara da wave yoluyla dahil olabiliyorsun.

Uzun bir mailleşme süreci olmuş ve tüm maili okumak istemiyorsunuz diyelim ki.. '' playback'' diyerek google sizin için özetliyor maili. Ahmet şunu demiş, arkasından ayşe şu öneriyi yapmış vs vs..
Google map ve anket özelliği de var bu arada.. mailden veya conversationdan çıkmadan hemen map sekmesinden nereyi anlattığınızı gösterebiliyorsunuz.

Aslında group veya iş çalışmalarında çok işe yarayacak bir şey.


meraklananlar için linkleri.. ilk link 1saatlik, ikinci link kısaca 10 dk da anlatıyor.

Böyle şahane bir şey. Herkes kullanmaya başladığında daha güzel olacak. Bi nev-i msn devrini sona erdirecek ki msnimi kaç aydır açmıyorum zaten.

Hm.. saçlarımı bigudiyle sardım. Böyle uyuycam. Güle güle tatil.

11 Kasım 2009 Çarşamba

working

Eveeettt. Beklenen oldu.

İşe girdim sonunda. Deloitte yolları taştan.
Sabahları 7de nasıl kalkacağım ben sorunu.. sabah 9-6 iş, akşam 7-10 okul. Arta kalan zamanda da
tez yazmaya çalışacağım.

Para derdi olmasa insan yine de çalışır mıydı?
Ben çalışmazdım sanırım. Bol bol kitap okurdum, sinema-film, yemek yapardım güsel güsel. Yine de bir üretme gereksinimi olurdu. Kitap yazmak, mızıka çalmak, piyano çalmayı öğrenmek, farklı el sanatlarıyla ilgilenmek..
Tabi bu saydıklarıma günümüzde ''hobi'' deniyor.
Hobilerimden tüm bir hayat yapmak isterdim.

Neyse işte.. İşe girdim. Biraz korkuyorum tabi o devasal excel tablolarından vs..

Umarım yolunda gider her şey.
Sevgili kucağından kalkıp işe gittiğime değsin.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Uzak dur benden, İnternet!

Bir bakıyorum akşam olmuş.
Griliğini arttırarak gelen mevsimde yorgan altı ve kucakta bilgisayarlı günler geçiriyorum.
Dur. diyorum kendime..

- Kabalcıya gidip minik,çizgili, not alabileceğim bir defter.
- Bilgisayarı gerektikçe kullanmamak
- Kindleberger'in kitabını bitirmek ve bu arada Douglas Adams'ın ansiklopedi kalınlığındaki 5 ciltlik kitabını da gözardı etmemek
-Tez konuma karar verip tez elden okuma yapmaya başlamak ve bir an önce giriş kısmını yazmak
- Günümün 2 saatini Toefl çalışmaya ayırmak

Evet yapılacaklar bunlar..
Peki benim yaptıklarım?

Çok geç uyuyorum.. Öyleki bazen uykum gelsin diye sayıklıyorum. Bi-mong filmindeki karakterlerin tam tersiyim. Gece uyuyamadıkça absürd şeyler düşünüp ağlıyorum.. Biraz rahatlıyorum.

İnternet. Facebook, bloglar, lastfm, ekşisözlük vs derken ölüp gidiyorum bunların arasında ve ''hiçbir şey'' oluyorum. İnsanların facebook fotoğraflarına bakıp, aptal videolar izleyerek harcıyorum hem zamanı hem kendimi. Neyseki sabah uyandığımda çayımı yapıp gazetemi okuyorum da üç-beş bir şey giriyor beynime.
Hiçbir şey bulamazsam deli gibi Mad men izliyorum. Ordan başka dizilere ve filmlere zıplıyorum. Gün sonunda bana kalan kocaman bir sıfır oluyor. Bana kalan da değil.. Benim kendime kaldırdığım bu oluyor.

Şu duvara bir çalışma masası koysam, ufak bi lamba, gerekli notlarım ve kitaplarım.. Artık beynimi çalıştırsam diyorum!


Artık sevgilimle eve çıkmak istiyorum. O bende kalırken yerleşik değil, ben zaten olmuşum internet aptalı. Bir duvardan diğer duvara kütüphanemiz olsun istiyorum!
Türk kahvesi ve Schubert eşliğinde kitap okuyalım.
- Çok entel koktuk be.. Arada ps oynayalım, aptal salak videolar çekip birbirimize gülelim.-

İşsiz ve parasızken çok şey istiyorum.

İş falan da aramıyorum. Bıraktım. Mülakata gitmek bile canımı sıkıyor. Olmadığın bir şekle bürünmek, kendini satmaya çalışmak.. İngilizceniz ne seviyede? İyi.
İyi de yetmiyor artık.. İstiyorlar ki ingiliz aksanlı demeçler vereyim. 5 yıl sonra kendinizi nerde görüyorsunuz? 2-3 ay sonramı bile görmüyorum ben arkadaşım diye bağırmak istiyorum.. Olmuyor.. Çılgın kariyer planları duymak istiyorlar. Onu da yapmıyorum.
Krizin etkisi azalıyor diyorlar.. Ocaktan sonra daha da iyileşecekmiş falan.. Ama maalesef işsizlik tavan yapmış durumda ve bunun 1 senede azalmasını beklemek de saçmalık olur.

Halk bankası uzman yrd. sınavı açmış. 50 lira alıyor sınava katılabilme şartı olarak. Öss bile 40 lira alıyor yahu.. 250bin kişi başvurmuş diye duydum. Güzel para.. İçimden pztsi günü Halk bankasının ik'sını arayıp bunun nedenini sormak geliyor. Ama büyük ihtimalle bir hanım kızımız bunun masraflar için olduğunu vs söyleyecek. Babam gibi mi oluyorum ne!?
O da böyle.. Haksızlık ya da hoşnut olmadığı bir şey varsa bir anda sinirlenir, açar sorar vs..

O bu şu değil de.. Şu satırları sonlandırıp biraz ekonomi tarihi, biraz Minsky modeli incelemem gerekiyor. Ve ben yazdıkça yazıyorum, erteledikçe erteliyorum.. Bilgisayarımı şu bir hafta boyunca gazete okumak ve bilmediğim ekonomik olaylara, terimlere bakmak dışında kullanmamak dileğiyle.

Ha bir de.. yurtdışında yüksek lisans yapmayan aklıma sıçayım!
Ha!..

11 Eylül 2009 Cuma

Onuncu Köy

Hürriyet gazetesi yazarı Bekir Coşkun'un istifa ettiğini okudum az önce.

Onuncu köyden de kovulmuş.
Belki buna istifa deniyor ama bence şuna benziyor;

Evinize bir misafir gelir. Ona rahat etmesini söylerken her hareketini denetlersiniz. Bir yandan da gelmesinden çok hoşnut kaldığınızı yineleyip durursunuz. Ama gözleriniz hep ellerinde, kollarında, bardak tutuşunda, sigarasının külündedir. Bir de haydi artık kalksın gitsin diye gözlerinin içine bakarsınız.

İşte olan bu. Ertuğrul Özkök. Hacca falan gitti bu za(r)t. Zerre saygı duymadığım bir adam.
Yazı dizisini de okudum. Neymiş o mermerin üstünde ayakları çıplak dolaşırken kendini çok garip ve huzurlu hissetmiş. Hiçbir yer kirli değilmiş.
Herif gelip Haccın reklamını yaptı, bir de t-shirt felan bastırsın. Kaypak adamlara sinirim bozuluyor.

Yani bak şimdi.. Evet ne güzel insanın bir şeylere inanması, kendini yakın hissetmesi.
Genelde gözlemlediğim kadarıyla insanlar yaşlanırken Allah'a sığınıp inanmaya başlıyorlar. Ama bence bu biraz şerbet dökmek. Hem de kendi ağzından başkasının ağzına direkt.

Bir yandan da düşünüyorum. Bilmediğim ne kadar çok şey oluyordur o taraflarda. Onuncu köyün de ötesinde. Böylesine yargıladığım için de bir yandan kendimi suçlu hissediyorum. Eh keşke yanılsam!

Dönelim Bekir Coşkun'a.. Yazılarını takip ederdim ama çok da yücelttiğim bir yazar değildi. Yine de iyiydi, hoştu benim için. AKP hükümetine şimdiye kadar yalakalık yapmayan ve aksine hep uğraşan, muhalefet olan çok az insandan biriydi Hürriyet gazetesinde yazarken.
Hürriyeti yuvası olarak gören biri. Demek ki isteyerek gitmiyor. İstafa değil bu tekrar etmek lazım. Peki nasıl karşı duramıyor? Çünkü artık sevilmeyen misafir muamelesi görüyor.

Peki AKP hükümetine bu kadar muhalefet olmaya gerek var mı? Bu adamlar hiç mi iyi bir şey yapmıyor? Yapıyor yapmasına da üstüne 10 tane de sabır taşıran mesele çıkartıyor.

Mikro iktisatta Game Theory vardır. İki rakip firmanın piyasaya girme koşullarını, birbirlerine olan taktiklerine göre oynanan bir oyundur. Erdoğan ve Medya sektörü keşke azcık akıllı olsalar da bu oyunu oynayabilseler. Bu kadar entrikaya hiç gerek yok!

Medya, Tayyip'in rahatsız olacağı konuların üzerine gitti.
Tayyip önce kulaklarını çekti sonra olmuyor tehdit etti. Baktı yine olmuyor Hisse senedi ve ilmuhaberi birbirinden ayırıp 411. maddeyi midesine yuttu.
Sonucu nedir?

Basında bu durum daha fazla manşete yol açtı ve prestiji sarsılan yine Erdoğan oldu. Erdoğan kızgın bir boğa gibi davranmaya ve Game theoryi bu şekilde oynamaya devam ettikçe yine itibarı sarsılan kişi olacaktır.

Bekir Coşkun demiş ki;

''Ben kararımı 15 gün önce verdim ama bunu kimseyle paylaşmadım. İstifama şu konu neden oldu diyemem ama AKP iktidarı olduğu sürece, hiçbir gazeteci, yazar, muhabir ve hatta matbaa işçisi, akşamları başını mutlu biçimde yastığa koyamaz''


Peki ben burdan sormak istiyorum.. Hayır sadece aklım karışık. Malumunuz 85 doğumluyum Marx ve Lenin ayrımını bilecek kadar okumuşluğum var ama apolitik durdum hep bi köşede.

Hangi parti? CHP mi.. Deniz Baykal'dan nefret ediyorum. Ben bu kadar koltuk düşkünü bir adam görmedim hayatımda. Ya da kim gelirse gelsin Akp den iyi mi?

Ben bu ülkede yaşayan bir genç olarak bir daha oy kullanmak istemiyorum. Evet kalkıp oraya gittiğime yazık. AKP iktidara gelmesin diye birkaç senedir kullandım. Ama şimdi oy verebileceğim adam gibi bir parti göremiyorum. Hepsinin tüzüklerinde bi boktanlık var. Söyleyin, kim var ki?

Eklenti: Bir de şu açılım işinden gerçekten sıkıldım. Her şeyin yanına bir açılım koyuyorlar. Yeter demek istiyorum burdan.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Ntv, duy sesimi. Bana bir masal anlat baba.

Ntv beni işe alsın.
Sevsin sarmalasın
Öğretsin büyütsün.

Tamam işe almak dediysek staj da olur uu bebeğim.
Yeterki havasını solutsun
Kamerasını göstersin

Birinin asistanı da olurum a azizim
Bana işi öğretsin
Kahvesini de getiririm.

Sonra desinler bana
Finansal ekonomi masterı yapmadın mı sen a kazma
Piyasadan ver havadis çocuklara
Kamera açık haydi baksana.

Gülay Afşar'ın Cv sini bir bulsam izinden gitmeye çalışacağım da o mertebeye bile gelemedim.

Azcık araştırınca bulunuyormuş.. Gülay Afşar üniversitesi mezunu yazınca google a döküldü.
Amaaa...
YatIrImcIlarla hafta içi her gün 12.00-14.00 arasında CNBC-e ekranlarında buluşan Gülay Afşar, Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bölümü’nü bitirdi. 10 yıl süreyle finans piyasalarında aktif görev yapan Afşar’ın televizyon kariyeri 1997 yılında Kanal E’de başladı. Afşar, 1999 yılında CNN Türk’e transfer oldu. 2001 yılından bu yana CNBC-e’de ve aynı zamanda kanalın program koordinatörü...

Öhömm.. Baya bi kişinin Cv sini inceledim. Hele biri var.. Amerikada iletişim ve ekonomi mezunu, koçta mba yapmış.( Koçta mba 35.000 yetelee.. 3500 değil.bilginize.) Şimdi ben bunları görünce yerin dibine girdim.
Ben, Marmara ekonomi mezunu.. Galatasaray Üniversitesi Finansal Ekonomi yüksek lisansı yapmakta ve işsiz gezmeye devam etmekteyim. Bu da benim cv im. Melaba ben gerizekalı.
Tüm özgüvenimi aldılar.. Yahu zaten derdim para kazanmak değil.. Biraz paramız olsa sevgilimle bi sahil kıyısına yerleşir, evi hostel yapar, farklı insanlarla tanışıp, yelkenle denizde açılır, mutlu mesut yaşarız. Bizbize yeteriz.
Ama çalışmak zorundaysak da sevdiğimiz işte çalışalım değil mi.. Yok hayır. Ne istediğimiz bölümü okuyabiliyoruz ne de istediğimiz iş ....

What can i do, what can i say.

Didem in wonderland.. Hakkaten öyle. Ben uyuyayım.

16 Ağustos 2009 Pazar

panjur

Yağmur dolu küçük su kasecikleri.
Yemyeşil, toprak kokulu tarla.
Derme çatma bir köy evinin arkasında oturuyorum, ayaklarım yere değmez iken.
Su istiyorum.
Metal tasın içinde geliyor. Tiksiniyorum. Sudan tiksiniyorum.
Halbuki sabun kokuyor, benden temiz.
Elleri, yanakları kapkara bir kız gülümsüyor, tası uzatırken. Ayıp olmasın diye birkaç yudum alıyorum.
Sonra hiç konuşmuyorum.

Annemle mısır dolu tarlada geziyoruz. Domates seçiyor, mısır koçanlarını ayırıyor. O zamanlar uzaydayım gibi hissediyorum. Bilmediğim bir düzlem. Boyumu aşan otlar arasında uzağımı göremediğimden sonsuzlukta sanıyorum kendimi.

Bir tarlada kayboluyorum. Öte yandan içtiğim su aklıma geldikçe tükürüyorum, dudaklarımı elimle siliyorum. Hijyen kokusunu deterjan olarak belirlemiş aklım, yetmiyor sabun kokusuna henüz.

Ufaklıktan öğretiliyor mu yoksa insan kendi kendine mi algılıyor bu aşağılama, hor görme duygusunu. Sanki öğretiliyor. Ona dokunma, onlarla konuşma.. gibi cümleler duydum hep Mersin'de arka sokağımızda yaşayan çingeneler hakkında.
Kimin tabağı çanağı kaybolsa onlardan bilinirdi.

Yıldız diye bir kız vardı. Kocaman yemyeşil gözlü. Onun da teni kapkara. Uzun kirpikli. Çingenin kızıydı, benim ise oyun arkadaşımdı. Bazen bilmediğim, anlamadığım bir dilde annesiyle konuşurlardı. Banane ki.. Sek sek oynamak için beklerdim konuşmalarını bitirmelerini.

Eve gittiğimde anlamadığım o dili babamın da konuştuğunu duydum. Yıldız sek sek oynarken yek,du,sê, çar ... diye sayardı. Babam da.

Peki niye onunla oynamam kötüydü ki.. Neydi bu hor görme? Bizde mi istenmeyendik. Ama mahallenin en güzel, denize en yakın apartmanında, herkesin ortasında oturuyorduk. Gizlenmiyorduk, saklanmıyorduk. Ama kimseyle de öyle konuşmuyordu babam.

Aradan yıllar geçti.. Babam o dili unuttu galiba. Kürtçeyi. Bazen halamlarla bir araya geldiklerinde konuşurlardı. Yıldız da unutmuştur. Ben ise hiç bilmeyerek apolitik bir fanusta yetiştim.

Aman, sakın, karışma, yaklaşma.. Korumacılığın altında yatan hor görme ile büyüdüm sanırım.

Şimdi içebilirim o tastan sabun kokulu suyu. Ancak o çocuk akılla hor görülebilir. Dayatılır.
Bilinçsizlik ne kötü!

Bir de..
Korkuyorum. Aldatılmaktan. Gördüm çünkü bu cümleler benden önce söylenmiş. Uzun uzun anlatılmış.
Sen benim son aşkım olarak kalacaksın. ile biten uzun satırlar görüyorum. Nefessiz kalıp sıkılıyorum. Rüyalar görüyorum. Diğer yandan gözlerini görüyorum. Sakinleşiyorum.

Sağ yanıma yatıp düşünüyorum. Mutlak gerçeklik denilen mor ve kırmızı renkli sahtelikte yüzerken insan sarhoş oluyor. O yüzden sonradan '' Sarhoştum, hatırlamıyorum!'' diyebiliriz. Evet diyebiliriz. Önemli olan şimdinin gerçek olduğunu bilmek, inanmak. Gözleri anlatıyor gerçeği ama o eski sözler de çok acıtıyor.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Boş zaman aktivitesi

www.questfortherest.com ( bağlantı ekleyince sapıtıyor açılmıyor.. Copy-paste maalesef.)

hoş müzik.. biraz da sıkıntı giderici.

26 Temmuz 2009 Pazar

Tim Burton - Alice in Wonderland Promo

Tim Burton'ın yönetmenliğini yaptığı Big Fish'i izlediğimde hayalgücüne hayran kalmıştım.
Şimdi sırada Alice in Wonderland var.. Film Mart 2010 da vizyona girecek. Evet biraz sabretmek gerekiyor ama 3D ile çok keyifli olacak gibi.. :)


23 Temmuz 2009 Perşembe

Traveller 2 / Bled Lake & Lujbljana

Kaldığımız yerden devam..

Bled gölündeki 2. günümüzde sabah erkenden uyanıp kahvaltıya iniyoruz. Yumurtalı, kızarmış ekmekli kahvaltımızı yapıyoruz. Damien bize ne yapmak istediğimizi soruyor. Tabiki Bled gölüne gitmek istiyoruz.. Biraz gezip, gölde yüzmek istiyoruz.

Bled gölü buzul çağında oluşmuş ve tam ortasında bir ada var. Slovenya'da böyle bir manzarayla karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Çok temiz ve heryer yemyeşil. Önce göl kenarında dolaşıyoruz ama yüzen kimse göremedikçe deli oluyoruz. Su çok güzel, berrak. Yüzen balıkları ve gölün dibini görmek mümkün.

Havası çok acaip.. 1 saat güneş varsa 2 saat yağmur yağıyor. İnsanlar da alışmış artık, umurlarında değil.

Burda doğa sporları çok gelişmiş. Rafting, Canoeing, Yamaç paraşütü vs. ne ararsan var. Eh pek tabiki biras pahalı. Gerçi 1 gün boyunca tüm aktiviteleri yapmak için 85 euro istemişlerdi. Rafting için ise ayrıca 35 euro alıyorlar. Raftingin ne boku var bilemedim tabi.. Zaten hiç böyle atraksiyonlara girmedik. Biraz huzur, sessizlik, insanlardan uzakta kafamızı dinlemek istediğimizden.

Biraz gezindikten sonra Kaleye gittik. Bled Castle. Giriş çok pahalı. Kişi başı 7euro. Yani 15 yetele. Turist geliyor sömürelim kafası aynen.
Ama şunu söyleyim adamlar güzel müze yapmışlar kalenin içine. Küçük bir müze ama ne bulursa koymuşlar. Bir de küçük plazmalar yerleştirip Slovenya'yı ve Bled'i anlatmışlar. Slovenya'nın demiryolu çok gelişmiş ki bunu da müzede anlatmışlar. Eskiden Türkiye, Fransa ve İtalya'ya demir satıyorlarmış. Biz ise tren yoluyla ancak Belgrad'a kadar gidebiliyoruz. Yapsana Amsterdam'a kadar tren yolu, yazık değil mi bize? Trende görüyorsun Prag: 25 euro yazıyor. Orda yaşasam heryeri gezerdim. Avrupada çocuklar ilkokul, ortaokuldan itibaren gezmeye başlıyorlar hem de okul gezisi çerçevesinde. Neyse işte..

Kale diyorduk. Kalenin içinde pahalı bir cafe, restaurant, müze ve eski yıllardan kalma matbaa gibi bir şey var.































Bled kalesini de gezdikten sonra bu sefer ağaçların arasından göle iniyoruz. Sanırım bu yol eskiden yiyecek taşımak için ve haberleşmeyi sağlamak için gizli bir yol olarak kullanılıyormuş. Kaleye de ulaşmak çok zor en tepeye inşa etmişler ve kalenin üst katı gözcüler için ayrılmış ufak ufak odacıklardan oluşuyor.

Göl kıyısına geldikten sonra yüzece bir yer arıyoruz.. Güneşlenmek ve göle girmek için ayrılmış özel alanlar var. Tabiki de paralı. Bir kişi 6 euro.. Ve kimsecikler yok. Biraz daha yürüyoruz ve sevgili kuytu bir köşe buluyor. Ağaçları aşıp biraz aşağıya inince toprağa basarak soyunuyoruz. Soğuk. Ve tabiki de gölde yüzmek çok daha zor. Biraz yüzdükten sonra üstümüze bir şeyler geçirip yakınlardaki cafeye gidip biramızı yudumladık. Tam o anda tekrar yağmur bastırdı. Hafif yorgunluk, bira, yağmur..

Akşama doğru Damien bizi almaya geldiğinde yolda Slovenya'nın Yugoslavya'dan ayrılışını ve Avrupa Birliğinin onları nasıl etkilediğini sorduk. Damien'in anlattığına göre - ki kendisi 50-60lı yaşlarda hacı amca tiplemesinde biri - Slovenya'nın durumu zaten hep iyiymiş ekonomik açıdan. Savaş orda sadece 10 gün sürmüş, çok etkilenmemişler.. Bosna-Hersek'in tam aksine.
Avrupa Birliğinin ise ekonomik açıdan çok iyi olmadığını, herşeyin biraz daha pahalı hale geldiğini söyledi. Her şeye rağmen onlara göre hava hoş gibi..

Marisa akşam yemekte schnitzel yapmıştı yanında elma dilim patatesler. Odamıza çıkıp balkonumuzda bira keyfimizi yaparken dağların üstünden şehre sis çöküşünü izledik.

3. günümüzde ise köyde vakit geçirmeyi tercih ettik. Herkes bisiklet sürüyor. Ayrıca yolda birdenbire ata binen insanlar görmek mümkün. Benim tüm çocukluğum Mersin'de geçti. Kocaman deniz kıyısında olan bir mahallemiz vardı. Nerdeyse 6 yaşından beri bisikletle fırfır dolaşırdım. Lakin Bled'de bu mümkün olmadı. Unutmuşum.. Nasıl olur ki.. ''Bisiklet sürmek gibi'' deyimini boşa çıkardım. Sevgilimin büyük çaba ve yardımlarıyla az gittim uz gidemedim.

4. gün ise trenle Lujbljana'ya gittik. 1 saat sürüyor. Güzel bir şehir.. Nehir kıyısında cafe, barları ve incik boncuk satan tezgahtarları. Düzenli de bir şehir kaybolmanız mümkün değil. Şehrin tam ortasında Lujbljana Üniversitesi var. Bizim bildiğimiz Börek burda Burek diye satılıyor. Biraz şehri gezdikten sonra meydandaki bir kafeye oturup dondurma yiyoruz. O sırada aniden balkan havaları çalan bir grup meydanın ortasında şarkılarını çalmaya başlıyor.
Biz Taksim meydanından bu görüntüye alışık olduğumuz için çok şaşırmıyoruz. Ama şimdi Balkan ruhunu hissedebiliyoruz biraz daha.

Ve tabiki yine birden bastıran yağmur..
Lujbljana'dan birkaç fotoğraf..































Kafelerin olduğu yer..














Yan tarafta hemen pazar vardı. Meyve ve sebzelerin satıldığı. 2 euroya frambuaz alıp yolda bolca rastlayabileceğiniz çeşmelerin birinde yıkayıp güselce yedik.

Çeşmeler çok güzel. İstanbul'da da var ama hiçbiri çalışmıyor, hiçbirinden su akmıyor..
















Şehir meydanı..



















Lujbljana Üniversitesi..

16 Temmuz 2009 Perşembe

Traveller

Özlüyor insan buraları. İnsanlarını pek değil ama üzüm asmalarının altında rakı içmeyi, Taksim gibi kategorize edilemeyecek bir yerde kalabalığa aldırmadan yürümeyi, boğaz kenarında çayını yudumlamayı..

Balkan kafalarına girdik. Paris, İtalya, Slovenya, Hırvatistan ve Sırbistan üzerinden İstanbul.

Paris çok kalabalık, metroları leş.. Metroya binmek yerine yürümeyi tercih ediyordum hep. Ama adım başı metro var ve heryere gidiyor. İnsanları kibirli ve umurlarında değilsin. Sanırım en büyük eğlenceleri küçük pub, cafelere oturup şarap veya biralarını içip insanları izlemek. Manzara felan yok, hemen önlerinden vızır vızır arabalar geçiyor. Gel gör ki Seine nehri üzerindeki Pont Neuf ve Pont des Arts köprüleri gençler için süper mekan olmuş. Özellikle Pont des Arts köprüsünün üstünde herkes istediği gibi içiyor. İnsanlar battaniyelerini ve piknik sepetlerini alıp bir şişe de şaraplarını koyup rüzgara ve seine nehrine karşı eğleniyorlar. Keyif yani tam anlamıyla..
En güzeli ise kimse birbirine bakmıyor, rahatsız etmiyor. Eğer o köprü burada olsaydı büyük ihtimalle önce işportacılar işgal ederdi o köprüyü, sonra köprü yanında arabalarından bangır bangır müzik sesleri gelen magandaların mekanı olup en sonunda da tecavüz haberlerinin kaynağı haline gelirdi. Ne yazık ki bu böyle.. Biraz ülkenin ekonomisi ile de ilgisi var. Eh bir de ordaki insanlar çok daha rahat.. Bu rahatlığı bazı kesimler yanlış anlamdıracaktır kesin. Rahatlığı, biz de mi köprülerde sevişelim? sorusuna çeviren bir zihniyet mevcut. Oturup bunu tartışmayacağım burda.

Paristeki son günlerimizde la fête de la musique vardı. Şehrin heryerinde ayrı bir eğlence. Gay sokağında striptiz yapan erkekler, Sırbistan konsolosluğunun önünde balkan müzikleri çalan ve oldukça ve profesyonel olan bir grup, pont neuf köprüsünde gypsyler, Bastille'de tekno ve house müzikleri.. Biz daha çok Balkan müziği eşliğinde coştuk. Sokağın ortasında sevgiliyle birlikte deli gibi dans ettik. Bizi taklit eden bikaç çift çıkmadı değil. En çok biz eğlendik. Ebet.























Yolculuğa Paristen başladık. Bir haftalık Paris sonrası sabahın 5inde kalkıp İtalya için Beauvais havaalanına gittik. Uçak biletinin fiyatı inanılmaz. 10 euro. Normalde 1 cent ve vergilerle birlikte 10 euro oluyor. Avrupa içi ulaşım çok rahat ve ucuz. Bu yönden insan Avrupa Birliğine girsek ne güzel olur diyor. Gerçi bizdeki havayolları genelde karın karını yapmaya çalıştıkları için biraz zor. Burda da Ryanair gibi bir havayolu şirketi olsa, ucuza ulaşım sağlasa, bir yere gitmek için paramızın hepsini yola vermek zorunda kalmasak şukella olurdu.

1buçuk saatlik yolculuktan sonra İtalyadayız. Tren istasyonuna gitmek için hemen bir otobüse atıyoruz kendimizi. Bergomadayız. Tren biletlerimizi aldıktan sonra Bergomada dolaşmaya başlıyoruz. Normalde istasyonlar şehir merkezinden uzakta kurulurken burda tam tersi. Zaten oldukça küçük bir şehir. Biraz yürüdükten sonra bir parka atıyoruz kendimizi ve bavullarımızı. Heryer park, yeşillik ve pizzacı. Pizza-bira yapıp kendimize geliyoruz. Pizzalar kocaman. Şehirde çok fazla bir şey yok. Dediğim gibi zaten ufak.. Tren biletimize bakıyoruz. Bundan sonraki istikamet: Brescia.

Lakin Brescia çok kötü yapılanmış bir şehir. Merkeze öylece ulaşamıyorsunuz. Otobüs desen çok seyrek. Mızmızlanıyorum. Hadi Venedik'e gidelim diyorum. Gidiyoruz. Sabahın 5inden beri yoldayız ama yorgun değilim zerre.
Venedik büyüleyici bir şehir. Hava biraz serin ve yağmurluydu haziran sonu olmasına rağmen. Heryerden sular geçiyor. Minik minik köprülerden geçerken sağında ve solunda manzara çok güzel. Eski evler, dar sokaklar. Hatta bir ev gördüm ve içinde yaşayanlara çok özendim. Hemen fotoğrafını koyayım.


İşte tam ortadaki çiçekli, büyük kapılı ev. Altından sakin bir su akıyor. Balkonunda çiçekler. Evin içinde rahat koltuklarında içen birkaç genç vardı. Değerini biliyorlardır umarım.

Venedik'in maskeleri ve dondurması ünlü. El yapımı dondurmalar. Gerçekten çok lezzetli. Hele yoğurtlu meyveli olanı şahane. Salak gibi almayıp, sevgilinin dondurmasından otlandım.
Ucuz bir şehir değil elbette.. Mesela Venedik maskeleri 50euro civarında. Hadi onu geç.. 1.20 euro su. Evet bir şişe su 1.20 euro.

































Evine böyle bir köprüden girmek hoş olsa gerek..












Trene yetişmek için yağmur çiselerken koşturmaya başlıyoruz. Sırada Ljubljana var.
Slovenya'nın başkenti. 4 saatlik bir tren yolculuğu bekliyor bizi. Tren çok konforlu, laptop için şarj yerleri felan var. Klimalı. Diyoruz ki acaba first classta mıyız, bir terslik var ama ne?
İnmemize 5dk kala tren görevlisi geliyor.. Herkesin biletlerini kontrol ediyor ve bizimkini kontrol ederken anlıyoruz. Yanlış trendeyiz. Hayır bu da Ljubljana'ya gidiyor fakat hızlı trendeyiz. Adam tam ceza kesecekken bize, durağa geliyoruz. Cezadan da vazgeçiyor lanet olsun der gibi bi bakış atarken hemen bavullarımızı alıp iniyoruz.

Gece 01:30.. Heryer kapalı ve hava oldukça soğuk.. Tren istasyonunun tam karşısında 24 saat açık olan 2 cafe var.. Bizdeki börek orda Burek diye satılıyor. Birer pizza yiyoruz ve sıcak bir şeyler içebilmek için cafe arayışına başlıyoruz. Yok.. Burda da bolca köprü ve nehir var. Bir banka oturup sabah olmasını bekliyoruz. Çünkü sabah trene binip Bled'e gideceğiz. Sevgilim banka uzanıp dizime yatıyor. Üşüyoruz. Üstüne kapanıyorum, üşümesin. Biraz uyuyoruz. Genç nüfus oldukça fazla. Laf atıyorlar. Nerden geldiniz diye.. Türkiye, İstanbul diyoruz. Bir çocuk diyor ki, benim için çok büyük.
Sabah 5te tren istasyonu açılıyor. Hemen gidiyoruz, Bled için biletimizi alıp istasyondaki cafeye oturuyoruz. Birer sıcak kahve içmek tek isteğimiz bu. Sabah 6daki trene binip Blede gidiyoruz. Yorgunuz.. Tam 1 gündür yoldayız ve hiç uyumamışız. Ama öyle çekilmeyecek, bıkkınlık verecek bir yorgunluk değil.

Sonunda asıl tatil yapmak istediğimiz Bled gölüne varıyoruz. Kalacağımız yer Jakelj Backpackers. Damien ve Marisa bu hostelin sahibi. Yaşlı ama hala dinç bu sebeple yaşlı dememin pek doğru olmayacağı bir çift. Tren istasyonundan Damien'i arıyoruz gelip bizi alması için. 15 dk sonra geliyor. Ve nihayet hostelde, odamızdayız. Heryer yeşillik. Böyle bir huzur olamaz. İnsan gerçekten nefes alıyor burda. Kocaman oksijen. Neyseki ben arada sigara içiyorum da dengeleniyor hava.
Sabah 9 gibi uyuyoruz.. Öglen 2 gibi gözlerimizi açtığımızda azarlar bir ses tonunda, daha 5 saat olmuş bu kadar az uyanmaz. Biraz daha diyorum..

Kaldığımız yer Bledden biraz uzakta. 15-20 dk.. Biz Zirovnica'da kalıyoruz. Küçük bir köy aslında.. Ama oldukça zengin bir köy. Evlerin hepsi tek katlı, bahçeli, bahçelerinde salıncaklar falan var ve her evin önünde 3-5 tane gıcır araba. Dağlardan birinin arkasında İtalya, diğerinin arkasında da Avusturya var. Tam ortada ise biz varız.

Sağdaki fotoğraf kaldığımız hostelin fotoğrafı. 2. kat balkonda biramızı içip, bazen üşüten esintide mayılmak çok keyifliydi.. Şimdilik bu kadar.. Bledi sonraya bırakıyorum çünkü çok huzurlu bir yerdi. Tarihi olarak da ilginç.
Hadi bakalım.. Bi yemek yiyelim, bi sigara içelim, bi taksime çıkalım.


6 Haziran 2009 Cumartesi

Skhizein

Kendinden 91 cm uzakta.

Öyleyse yine de gerçek bir hasar yok değil mi?

Buradayım!


2 Haziran 2009 Salı

Söz

Bir ada arıyorum bize sevgilim.
Yeşili de meyvesi de bol olan.
Seninle sarı taneciklerinde uzanıp
Maviliğinde sevişeceğimiz
Dalgaların içinde, bacaklarım belinde dolanırken
Eksiltmeden çoğaltacağımız.

Bir ada düşlüyorum bize sevgilim..
Öyle bir düş ki, gerçeğime en yakın.
Hem dalgalı, hem dingin.
İstersek bir sandallık yolculuk minik ellerinle
İstersek izbe bir otobüste omzunda.

Bir adamız var herşeyim.
Biz varız.

Siz herkes.. Kimsiniz? Yoksunuz.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Hoppi dı börtteyy

Dün itibariyle 24üne girdim. Daha da doğum günü kutlamam.
25 mi. Yok öyle bir şey :)
Sakin,dingin bi gün geçirdim.. Tek bi dostumu aldım yanıma taksimde dolandım. Kokoreç ve bira eşliğinde.. Kocaman yuvarlak kırmızı-beyaz şekerim var, yavaş yavaş tüketmeyi düşünüyorum.
Doğum günü kutlamak saçma geliyor artık.. Önceleri bi heycan olurdu içimde felan. Şimdi yok.
Büyümek midir bezmek midir bilemedim.

Demiştim di mi? Dışarı çıkınca yoruluyorum artık.. Sersem gibi oldum eve geldiğimde. Zaten mumları üfledim, dileğimi en içten şekilde tuttum yatağıma geçip ders çalışmaya başladım.
Evet ders. Finansal piyasalar, optimal portföy.. Bakışıyoruz öyle, bi aydınlanıcam, beyaz ışık görücem diye beklemedeyim.

Öyle işte doğum günü.. Ne bilim yah.. Sevdiğin insan yoksa yanında hiçbi anlam ifade etmiyor bence. Bana öyle oldu. Sarılıp, dokunmak istediğin.

Ama mum üflicem her sene. 60 sene. Dilek tutmayı seviyorum.. Pasta da seviyorum. Sorun yok.

Şu sıralar nice yaşlara demekten çok bi geberme isteği var. 16 yaşımdan beri bunalım olmuyorum, öyle çılgın ergen triplerine girmiyordum. Bi olasım var gibi.. Bakalım artık.

Ben doum günü çocuğu.. 25te görüşmeyelim lüpfen. Oha resmen kart oldum.

29 Mayıs 2009 Cuma

puf

Hava aydınlanırken, kuş cıvıltıları ve martı sesleri eşliğinde uyumak. Yaşam uyanırken.
16 sayfalık çok çılgın bir ödevin sonunda bir de 12 saat sonra sınava gidecek olmak..
Musluğu açtım, tıpasını taktım. Bıktım, bıktım, bıktım.

Şimdi karar veremiyorum. Uyusam mı sabah 9da kalkıp çalışmalıyım.. Yoksa hiç uyumadan tam gaz devam mı.
Tamam mı devam mı.
Harf alim.

Başlığa da puf yazdım ve canım eti puf çekti. Lisans günlerimi hatırladım resmen.. Bol sigara tüketimli ve uykusuz geceler.

Sabah ezanlarını kısık sesle okusalar diyorum..

Şu an tek isteğim, şu sınav bitsin ve evime gelirken biramı felan alayım. Biraz uyuyimm.. noluurr.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Facebook Photo Time

24 Mayıs 2009 Pazar

Persona

For a Perceft Li( f )e..

sto pa kai sto ksanaleo
sto gialo min katebeis
ki o gialos kanei fourtouna
kai se parei kai diaveis

ki an me parei pou me paei
kato sta vathia nera
kano to kormi mou varka
ta herakia mou koupia
to mandili mou panaki
mbainobgaino sti steria

sto pa kai sto ksanaleo
mi mou grafeis grammata
giati grammata den ksero
kai me pianoun klamata

Fırtına

Şu an bana çok kro gibi gelen bir şarkı dinliyorum. Yok hayır, alo aşkım susma gibi bir şey değil. Hoş gerçi geçen gün evde tüm gün ders çalışırken youtube'tan onu da açıp dinledim. Söyledim de zıbıttım da. Olabilir, insanlık hali. :)
Duygusal baya. Ama kro geldiği için sevmekten korkuyorum. İçten içe seviyorum yani kimseye belli etmeden.

Facebooktan böyle herkes zibilyon tane video gönderiyor ya, onların arasında buldum. Aklıma edeyim nerden açtıysam. Azalan verimler yasası işlesin diye bekliyorum yoksa 68 kez felan dinlerim gibime geliyor.

İçten içe sevmesem buraya da koyardım videosunu.

Stopa kesto sana leo stoyalomin ka tevis
Köyoska li fırtuna kelipayi kelyapi

Seni alırsa fırtına dayanamam yokluğuna

diyor. Sayın özgür çevik bey. Bu çocuk da naptı yah acaba.. güzel işler yapar gibime geliyordu. Yani bu şarkıyı 68 kez dinletebilmesi dışında.

Ayrıca herkes Dr. Oetker'in Sütlü irmik tatlısını denemeli. Çok kolay ki.. Biraz süt tek ihtiyacın. Yanına da maraş usulü fıstıklı dondurma koyunca hayat güzel görünüyor 5 dakikalığına.
Eritmeden yemek lazım. Yoksa benim gibi tabağı yalarsınız.
Kendimi yemek tarifi veren teyzeler gibi hissettim.
Hadi bakalım. Bitti, bu kadar.



21 Mayıs 2009 Perşembe

Averse

Küçük bir çocukken uçmayı isterdim
Ben hayal kurdukça biri bozuyor sanki hala.


ve

Şu an son kez bakıyorum kendi gözlerimden.
Yakında değiştirecekler beni istemeden.


Yumduğum dünya, yaşadığımdan daha güzel.

19 Mayıs 2009 Salı

Şenlik sunum kafaları


Bu aralar pek bi yoğunum..
Okumaktan da bıktım yahh.. Yüksek lisans yapalım dedik sırf yapacak bir şey olmadığından.
Ödevler, sunumlar, sınavlar..

Neyse şenlikler var! :)

Boğaza karşı içtik biralarımızı dinledik söyledik şarkılarımızı. Yaktık gemileri, çemberin içinde dışında ortasında kaldık, pinhani şarkılarını çalarken rüzgara karşı durup biramızı yudumladık, dumanımızı üfledik. Shantel ve Babazulaya gidemeyip tüm gün evde sunum hazırlasam da ucundan bi yerinden yakaladım şenliği.

Yalnız okul çok cix.. Miller ve Becks ten başka bira satılmıyor. Ben gerçi bi ara içmekten çok yedim galiba.. Aaa çiğköfte war, karpuz çıkmış papaz eriği de vaarr holeeyy diyip saldırdığımızı hatırlıyorum ösgeyle.
Bi ara yengeç dansı yapıyoduk. Mutluluk dansı diyorus gerçi biz..

Ama artık yoruluyorum yahu!

Hmm bi de bugün okulda sunum yaptım. Bayesian Games anlattım. Daha yapmam gereken çok şey var. Bi kere makro ödevi var böyle upuzun bişi.. Sonra ekonometri ödevim var oturup Statada model kurucam. İşte bu arada sınavlara çalışmak lazımm..
Gariptir ama bi rahatlık var üstümde. Millet böyle bi soruyo napıcas ödevleri falan diye.. Amaann diyorum hallederiz. Ne var abi yani sonuçta ne stress yapıcam elbet biticek elbet hazır olacak günü geldiğinde.. Bi şekilde stress yaptığımız her şeyi hallediyoruz hayatta.

Öyle yani.. Nitekim şenlik güzel bir şey. Okuldan okula değişiyor gerçi. Marmaranınki bok gibi oluyo.. Bi de ytü ye giderim sınava felan denk gelmezse sonra da okul biter. Hadi herkes evlerine dağılalımmmm.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Sansüre sansür




Google'ın kapatılması için ''de'' sevgili ülkemizde dava açılmış.
Oldu olacak yakında wikipedia'yı ''da'' sansürlesinler..
Zaten istenen bu değil mi?
Bi haber olmak. Herşeyden.

Youtube yasağından gerçekten çok sıkıldım artık. Hayır kapatanlar bilmiyor mu ktunnel dan girdiğimizi vs.. Bir işe yaramadığını yasaklarının.

Yurtdışından birine youtube a giremiyorum dediğinizde eminim çok şaşırıyordur.
En az biz şaşırıyoruz.

http://www.sansuresansur.org/yay-hareketi









6 Mayıs 2009 Çarşamba

LoLipop

Burdaki örümcek benim :)
Oh la laa..
:)


5 Mayıs 2009 Salı

Muscles' Dance

Umm.. Etkileyici bi dans olsa da yine de bu kadar kas güzel değil diyoruz.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Ntv sakinleri ve hebeley

Hemen konuya giriyorum.

Ntv'de bir adam var.. Gurmeymiş kendileri. Bu adam devamlı geziyor lokantaları felan.
Bugün de tutturmuş av etleri yemelisiniz diye. Gitti bi otel gibi bi yerde bol süslü ama dişimin kovuğuna yetmeyecek yemekler yedi.

Şşş.. Paşam, Gurme Bey.. Bu ülkede kriz var diyorlar bilir misiniz siz? Ülke değil dünyada varmış hatta. Siz bizim gezegende misiniz?

Hayır bir de bu nasıl iştir böyle.. Sen git gez, yemek ye, yemeğinin parasını da iş yeri ödesin. Hem de öyle kallavi yemekler bunlar. Önüne gelen her porsiyon 100 liralık.
Ben de böyle bir iş istiyorum. Üç gündür yemek pişirmiyorum evde. En son Cuma günü Nutella almıştım.. Bugün pazar ve koca bir nutellayı bitirdim.
Öyle gideyim gezeyim karnımı doyurup döneyim evime. Olmaz mı Ntv sakinleri?
Hem ben daha güzel sunarım. O adamın koca bir göbeği ve bir de kocaman sakalı var. Ağzına burnuna sürerek yiyor yemekleri.
Tamam o kadar yemek kültürüm yok, Nutelladan ibaretim. Ama zamanla öğrenirim ki.. Hem bizim evde sac var. Sac diyorum bildin mi? Hamur açıp üstünde gözleme felan yapılandan. Çok otantik havalara bürünebilirim yani.

Tamam bari yemek olmadı.. Çağatay yolda'nın yanına yamansam da öyle Dünyayı dolaşsak.. O sırada hayyy wi ar kaming from törkiii desek. Kameraya el sallasak hep birlikte. Tabi Çağatay yerine yanımda rastalı yeşil gözlü filinta sevgilim olsa onunla dolaşsak, Ntv de bize sponsor olsa tadından yenmezz..

Ayrıca yolculuk sırasında adamın biri şöyle demişti bana;

- Gerçeklerden kaçıyorsun gibime geliyor.. Ama kaçamazsın. Zorunlulukların olacak hayatta para kazanmak gibi.

- Ben hayallerimi seviyorum ve onları bırakmıcam. Hayatın getirdikleriyle hayallerimi birleştirebilirim. O zaman da sizden daha mutlu olacağıma eminim

Demiştim. Çok bilmiş konuşuyorum bazen.. Ama öyle ki..
Yani tamam yaşamak için paraya ihtiyaç var.. ve yine Ama para kazanmak için hayallerimden vazgeçmeme gerek yok.

Hayalim de sadece sevgilimle Dünyayı dolaşmak yani.. Çok bir şey istemiyorum evet.
Bir de seneler sonra İstanbul'da Tünel'in oralarda kitapçı tükkanı açmak istiyorum. Öyle kabalcı felan gibi soğuk bi yer değil.
Dur anlatayım hemen..

Giriyorsun içeri.. Kapının üstünde şu sallanınca ses çıkan şeyler war ya rüzgarda felan. Onlardan olacak. Adını bilmiyorum. Evimde var bi tane onu asarım. Heryer ahşap.. Ahşap da yeni doğrama değil yani eskimiş.. Loş ışıklarımız olabilir.. Okurken göz yormayacak cinsten. Buna rağmen kasvetli, iç sıkan bir ortam olmayacak.. Dingin, etnik müzikler çalabilir.. Bu çalan kimin şarkısı diye merak ettirecek cinsten. Ortada kocaman bi alan olacak.. Eski ve rahat koltuklar vs.. Hemen yanda duran ketıl ve kahveler, çaylar.. Aslında şarap da olabilir. Bunlar bedava olacak.. Öyle her boku parayla satmak istemem. İşte gelsin insanlar takılsınlar felan.. Üst katta da yine kitaplar olabilir.. Ya da orası evimiz de olabilir.. Gerçi hem ev hem iş aynı yerde olursa çok mu sıkıcı olur ki.. Bilemedim. Bir de Sevgiliye sormak lazım.

Her ne kadar şu an Finansal Ekonomi masterı yapsam da bankacı felan olmıcam. Ekonomiyi seviyorum ondan okuyorum.. Aslında bi sürü şeye ilgim var. Hepsini öğrenmeye çalışıcam geberene kadar. Ama hiçbirini tam bilemicem. Bu beni üzmüyor.. Sadece şaşıracak şeyler var hayatta ve keşfetmek lazım.

Yaşasın 9-6 'ya direnenler diyorum.

güzel şarkılarım var.

30 Nisan 2009 Perşembe

Bok mu var burda?

Gizliden gizliye mesaj vermek ister gibi. Veya çok sanatsal ben anlamadımm.


26 Nisan 2009 Pazar

Sparkling


Biri fotoğrafları bi anın simgesi olarak görüp onları seven, diğeri poz vermekten hoşlanmayıp şaşkın bakışlar fırlatan tek kişinin hikayesi.

Sabahın 7buçuğunda uyanıp hızlıca duşumu aldım. Suyun dengesini kaybetmesine aldırmadan, bi sıcak bi soğuk olmasına rağmen çıldırmadım. Hemen hazırlanıp okula gittim, bursunu aldım. Evet bir şeyleri hallediyor olmanın hafifliği vardı. Düşünmeden yapıyordum hepsini. Robot gibi. Ama aklımda adının tüm harfleri yankılanıyordu. Eve gelip hızlıca tostumu yaptım, amaç tok olmak. Zevkli bir kahvaltı değil zira tek başıma yaptığım kahvaltılardan hiç keyif almam. Ondandır pek kahvaltı yapmam.
Bavulumu alıp koridora doğru yürüdüm. Hala ezberleyemediğim o uzun telefon numarasını tuşladım. Şimdi düşündüm ve kontrol ettim de ezberlemişim. Bak bu da hiç zorla olmadı.. Kazınmış aklıma. Uyan artık diye hafiften azarladım. Ben geliyorum hadi kaallkkk.. Akşam 8de havaalanında diye hatırlatarak kapattım.

Erken gitmişim havaalanına. Yerimde duramadığımdan mı telaştan mı bilemiyorum. Beklerken renginin ne olduğunu çözemediğim ojelerimi sürdüm havaalanında. Nar çiçeği rengiymiş. Öyle diyorlar..Tekirdağ rakısı, lokum, m&m ler çantayı doldurdu. Snickers sevdiğini biliyorum o yüzden çok emin bi şekilde alıyorum hemen. Formaliteler bittikten sonra koltuğumdayım.

Başlıyorum bizi düşünmeye. Zaman bitmiyor, 3buçuk saat. Bu sefer pasaport kontrolünden çabucak geçmeye çalışıyorum ki beklemesin geçen seferki gibi. Sonra mızmızlanıyor en son sen çıktın diye.

Charles De Gaulle Terminal 3. Çıkış kapısındayım ve yok. Bir an nerde acaba, neyse şurda beklerim gibi cümleler geçiyor aklımdan. Burda oturup aylarca O'nu bekleyebileceğim gibi orda da beklemeye başlamışken onu 1 dk bile geçmeden kapıdan giriyor. Sağına baktığında gözgöze geliyoruz. Gülümseyip koşarak yanına gidiyorum. Dudaklarımız. Belli ki ikimiz de susamışız, kuruyan dudaklarımızı ıslatıyoruz.

Metroya doğru yürürken sigaramı yakıyorum. Arada durup sarılıp öpüşüyoruz. Uzun bi metro yolculuğu.. Cevat'ı elinden bırakmıyor yürürken. Benim zaten çantam var, o taşırmış. Yerim.

Artık evdeyiz. Aç mısın diye soruyor, başlıyorum uçakta somon balık yedim diye anlatmaya. Evet, tenini özlemişim. Gözlerinin içine bakarak içimde olmanı. Şimdi gerçekten tüm odayı aşk kaplıyor, biz varız.
Gece 2ye yaklaşırken sızıp kalıyorum kollarında. O kadar çok şaşırıyorum ki normalde sabah 4-5ten önce uyuyamayan ben sol omzunun üstünde boynunu koklayarak kendimden geçiyorum.
Hafifçe gözlerimi araladığımda ise ilk yaptığım gülümseyip seni öpmek oluyor. Yanaklarından, boynundan, dudaklarından, minik ellerinden.
Tam yatakta uzanıp kahvaltı yapalım ne yesek diye düşünürken birdenbire sevişmeye başlıyoruz. Hiçbi sabah sevişmeden kalkmıyoruz yataktan. Neden biliyor musun? Tenin benim tenim gibi, en ufak bi yanılsama yok. Aşkı, sevgiyi sonuna kadar hissediyorum, hissettiriyorsun.

Derken bana çilekli, anaslı, yumurtalı, nutellalı kahvaltı hazırlıyor. Sakin sakin çayımızı yudumlayarak ekmeklerimizi koparıyoruz. Ama önce yumurtayı minik minik parçalara ayırmak var çünkü öyle yemesi daha kolay oluyor. di mi herşeyim?

Güneş vururken yatağımıza uzanıp mayılıyoruz. Bulutların gökyüzünde usulca kayışını izliyoruz. Biz olduk, çok güzeliz diyip gülerek sarılıyoruz, sıkıca. Arada hep minik öpüşmeler.. Sakın bırakmayalım birbirimizi, gitme tamam mı, hayatımız olsun, oldu bile.. yine öpüşmeler şimdi uzun uzun. En gerçek aşkı, en güzel orgazmı, en saf sevgiyi yaşıyoruz.

Pont des arts
köprüsüne gidip oturuyoruz. Herkes şarabını içip resmen piknik yaparken bizim tek bir biramızın bile olmamasıyla dalga geçiyoruz. Hava soğuduğundan hırkasını veriyor bana. Bi ara köprünün üstünde nasıl dans edilir sorusuna cevap bulmaya çalışarak ellerimizi birleştiriyoruz tekrar gülüyoruz. Açız deli gibi ama keyfimizi ne aç olmak ne de üşümek bozmuyor.


Biliyorum bazen inanmıyor bana.. İnanmasa da çok safım yanındayken. Rahatım. İşte en gerçek Didem orda.
Kahvaltı masasını toplarken ben, Flunk - Morning Star açıyor.. Bi yandan bardakları mutfağa taşırken bi yandan mırıldanıyorum..

You're my morning star
it's just the way you are
when the orange sky
kiss the night goodbye

You're my morning star..
Düşünüyorum. Evet my morning star. Göz ucuyla O'na bakıyorum dreadleriyle oynayıp bilgisayara bakıyor öylece. Gülümsüyorum. Çünkü hep doğal hallerinde. Şarkıyı içimden O'na söylüyorum bulaşıkları yıkarken.
Alışverişe çıkıyoruz. Akşama köri soslu tavuk yapıcam. Deli gibi köri sosu arıyoruz. Hmm bulduk ama bişeye benzemiyor. Bi ara alışveriş sepetini ben taşıyorum, gülüyor. Sepet benden büyükmüş. Dişi Fırat oluyorum.

Hey corç versene borç olmas maykıl bende de yok diye dolanırken ben evin içinde 90lar gecesi yaşatıyor bana. Üstüme çıkıp arnavut kaldırımlı taş sokaktaaa diye bağırarak klip çeker gibi şebeklikler yaparak. İşte yine çok doğal..

Düşündüm. Hani seviyorum denilir ama tam olarak neyini sevdiğini bilemez insan. Herşeyini diyip çıkılır işin içinden. Ama çok somut. Neyini seviyorum. Bu kadar rahat ve kendisi oluşunu yanımda, kendisiyle ve benmle dalga geçip güldürmesini, şeffaflığını, tüm tepkilerini içine atmadan önce gelip bana söylemesini. Soyut kavramları somutlaştıran. Gülümsemesine bayılıyorum orası ayrı..

Evet bazen güvenmiyor bana. Çekip giderim sanıyor.. Ne büyük yanılgı! Herşeyimi anlattığımdan böyle oluyor. Aldattığımı da aldatıldığımı da. Bazen diyor ki çok yalan söylemişsin.. Evet söyledim. Hiçbirini inkar etmiyorum. Ama nedense hep perdenin önüne düşen gölge oyununa bakılıyor. Arkada onları oynatan insanların suratını göremiyoruz. Yalan söylememi meşrulaştırmaya çalışmıyorum.. Ya da aldatmalarımı ki hiç vicdan azabı çekmiyorum. Çünkü bunu yapmışsam vardır bir nedeni. Evet, haketmiştir belki de değil mi? Böyle de düşünebilmeli. Aldatmak, yalan söylemek saçma.. Biliyorum biliyorum. Zaten dedikodudan da toplumca nefret ediyoruz falan.
Beni üzen ne biliyor musun? Sana kimseye anlatmadığım şeyleri anlattım.. Kimse. ki hepsini de içimden gelerek anlattım. Aslında çok güzel bir şey, geçmişime dair bir şeyleri ben anlatırken seninde usulca dinleyebilip arada beni anlayabilmek adına soru sorman. Hep bu kadar açık olabilmek istemiştim.. Ama genelde duymak istemezler.. Şimdi gelip bana soruyorsun ben neden farklıyım diye. Daha ne olsun ki.. Olduğum gibi seviyorsun beni. Zaaflarımı da biliyorsun, güçlü kadın olma triplerimi de, 5 yaşındaki gibi gülümsediğim bıcır bıcır konuştuğum hallerimi de. Hepsini gördün. Ben ordaydım, kollarında. Hissetmedin mi saf olduğumu.

Bilmiyorum.. Gözlerim doluyor. İstanbulda olmaktan nefret edip, penceremden dışarı bakamıyorum. Evde dolanıp hayalini kurmak iyi geliyor şu aralar. Tekrar gözlerinin içine bakabilene kadar gülümsemeni gözümün önünde canlandırmak; gülümseten.

Biliyorum.. Bizi istiyorum dibine kadar.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Bonobo

O kadar çok özlüyorum ki seni, hiçbir şeyle kıyaslanamaz. İçimden taşıyor aşk, özlem, tutku, dokunmak..

Her anımda varsın. Seni düşünmek de güzel.. Öylece dalıp gidiyorum bir şeyler yaparken, kendime geldiğimde bakıyorum ki bizimle ilgili hayaller yine sarmış heryerimi. Yanında olduğum o 4 günü durup durup hafızama kazıyorum. Ben pencereden dışarı bakarak sigara içerken sen yatakta uzanıyorsun. Ben seni düşünüyorum, sen beni.. İçimden diyorum ''İyiki çıkmış karşıma.''

Hiç doyamıyorum sana dokunmaya. Devamlı tenin tenimde olsun, dudaklarının tadı, teninin kokusu hepsi benm olsun. Hangi günü yaşıyoruz bilmeyelim. Her şey akıp giderken kendi düzeninde, biz duralım birbirimize akarak..

Artık geçmiş gelecek sensin, biziz. Hiç yaşamadığım bir şeyi yaşadığımdan biraz şaşkınım. Hani insan kimseye diyemez sanıyordum '' tamam, budur. '' diye.. Emin olamazsın, hep ufak bi tereddüt payı vardır.. Şimdi yok! Artık yok! Bizden eminim.

Bazen 60 sene sonranın hayalini kuruyoruz ya seninle.. Hiç korkmuyorum. Normalde korkutur beni böyle şeyler.. Kasvetli gelir. Beni tonton teyze yapıp kendini bastonu bile olmayan filinta amca olarak hayal ederken uçsuz bucaksız gülümsüyorum.

Kaç sene oldu bu kadar gözlerim parlayarak gülmeyeli. Kendim de farkediyorum.

Tek istediğim Mayıs da bitsin, sevgilim gelsin.. Koalalar gibi sarılarak birbirimize heryeri dolaşalım.

Ne güzel oldu böyle.. Anlamlandı her şey.
2 gün sonra kollarındayken hiç konuşmadan, gözlerine bakıp nefes alıp verişini hissederek sana ne kadar çok aşık olduğumu anlatıcam..
İyiki varsın herşeyim.

14 Nisan 2009 Salı

Bye Bye Marlboro

Sevgili Marlboro,

Canım benim.. Paket tasarımının kırmızı olmasından mı yoksa kırmızı şaraba yatırılıp yapıldığından mı bilemiyorum ama senden hiç vazgeçmedim. Sen de beni hiç yalnız bırakmadın bebeğim benim.
Şu an yatağımın üzerinde, yerde, heryerde sen varsın. Çantamda eksik olmayanım, yürürken elimden tutanım.

Lakin.. Artık sabahları burnum tıkalı uyanmak istemiyorum. Apartmana girdiğimde eve ulaşmak için 4 kat merdiven çıktığımda nefes nefese kalmak da istemiyorum. Cildimin bembeyaz kalmasını istiyorum.

Anlıyorsun beni değil mi?

O yüzden şu an yanımda durmuş bana kuzu gibi baksan da seni bırakmayı denemek istiyorum. Birbirimize bu şansı vermeliyiz bence. Bir süre konuşmadan, birbirimizi görmeden yaşamaya çalışmalıyız. En sonunda özlemeyip seni geri dönmezsem, kızma.. Güzel bir birliktelikti, hep sadık kaldım sana fiyatın günden güne artsa da, en pahalı sigara olsan da..

Bizim için gidiyorum bebeğim.. Dumanını, kokunu, kırmızını, her şeyini sevdim.. Ama gitme zamanı bebek. Çünkü azalan verimler yasası bizde de etkili olmaya başladı. Yani artık iyi hissettirmiyorsun, verdiğin zarar sevginden fazla olmaya başladı.

Çöpe attım. Yahh lüpfeennn bari 1 gün içmeyim de dayanimm yahhhh... Lüpfen lüpfennn.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Vincent

1982 yapımı Tim Burton'ın ilk kısa filmi.. Paylaşayım dedim. Çok paylaşımcı bir insanım. Ebet.


Dirty@Beat!

Bu sıralar elektronik müzikten de hoşlanır oldum.. Seneler önce nasıl tanıştığımı ve adını hatırlamadığım bir çocuk bana şöyle demişti;

'' Her metalcinin sonu elektronik müziktir.''

Metalci kavramı.. Hmm dondurmacı gibi indirgenmiş hali sanırım. O zamanlar hadi ordan demiştim ama şimdi kıvama geliyorum sanırım.

Bilenler bilir, Taksimde Yeni Melek Gösteri Merkezinin tam yanında Dirty diye bir mekan var. Her cuma, cumartesi gidip müdavimi olanlar çoğunlukta. O yüzden içeri girip herkesin birbirini tanıdığını görünce davetli olmadığınız bir partiye giriş yaptığını düşünebiliyor insan. Çok uzun sürmüyor bu his çünkü içerisi gerçekten eğlenceli yani eğlenmesini bilen insanlarla dolu. Böyle pas tutmuş kişilerin uğrayamayacağı bi yer. Zaten buranın enerjisine dayanmak herkesin harcı değil.

Son zamanlarda çok fazla adı duyulduğu için hatuna aç olanı, eğleneyim artık diye çıkıp ne yapacağını bilemeyeni de girmeye çalışıyor. Neyseki kapıda güzel bir güvenlik var.

İşte Dirty'nin ilk saatlerinden.. Müziği çok sevdiğimi söyleyemem. Dediğim gibi yavaş yavaş kayıyorum sanrım. Ama içerisi o kadar eğlenceli ki, ayak uydurmamak için hiçbir sebep yok! :)
Dirty'nin en iyi Dj lerinden Ulaş iş başında.. Oynat Uğurcummm :)



Kung Fu Band

Kadıköy Buddha Bar da bir zamanlar her cumartesi sahneye çıkan Kung Fu grubunun en sevdiğim şarkısını buraya koymak istedim. Dinleyip seveni olur belkim.. Şimdilerde albüm hazırlığındalar ama 18 Nisan 2009da yani bu cmtsi tekrar Buddha bardalar. Ben uzaklarda sevgili kucağında olacağımdan gidemeyeceğim ama baya güzel eğlendiriyorlar. Tek kötü yanı Taksim'e alışmış biri olarak sabah 4e kadar onlar söyleyecek biz dans edeceğiz yanılgısına kapılmak. Çünkü Kadıköydeki Zincir ve Vagon dışındaki barlar gece 2de kapatıyor..

O yüzden gece 2ye kadar dans pistinin en önünde dans etmek lazım doya doya! :)

Şarkının adı hala.

Çünkü sen değiştin eski sen değilsin!
Ben de büyümedim ama artık yenildim
Dalımdan savrulup
Bi o yana bi bu yana
Benim kendime dair umudum var hala

diyor. Ben artık ben'li, kendimli cümleler kurmuyor olsam da güzel şarkı..
Ha şarkının tamamı yok abidik gubidik bi yerde kesiliyor.. Özür dilicem ama sanki herkes benm blogumu mu takip ediyor yah.. Bizbize takılıyoruz.



7 Nisan 2009 Salı

Sun and Rain


26 Mart 2009 Perşembe

Geçmiş çok kolay oldu.
Birkaç kalitesiz film izledim.
Biraz şarap doldurdum.
Sigaram hep var, bir küllük dolusu izmarit.

Kafam hiç kocaman olmadı.
Oldu mu yoksa?

Hatırlamıyorum..

Oldu oldu. Debelendim.
Yorganımı çektim kafama kadar.
Durdum.
Ağladım.
Sev istedim.
Git istedim.
Gebermek istedim.
Vazgeçtim.

Kendime döndüm.
Çektim yorganı. Attım.
Koca bir nefes aldım.

Ben nefes alırken boğuldu. Geçmişim boğuldu.

O'nu gördüm.
Renklendi.
Disko topu gibi.
Gökkuşağı gibi.
Şelaleden akan su gibi bazı.
Berrak.

Bir ney sesi kulaklarımda.

Konuşmayı da sevmem.
Sessizlik, beni sana getiren.

Musluk.
Delikler.
Nereye gidiyor bu su.

Farelere..
Dört çizgili ızgaranın altından.

Bazen ben de dönüştüm. Izgara oldum.
Fare oldum.
Pis koktum.

Yosun. Yeşil ve dolanan.
Kaygan.
Bazen ben de oldum.
Yosun.
Takılmak istenmeyen.
'' Ordan geçme.'' denilen.

Siyah. Beyaz. Gri yok.
Mavi. Larcivert. Arası yok.

Ben varım.
Burda.
Sevişmek, karışmak..
İnlemek.
Hızlı hızlı nefes alıp vermekten dudaklarım kuruyana dek.
Dekten dönerken dudakların ıslatana kadar.
Saçlarını tutup terini silerken.
Kendime çekip, omzunu ısırırken.
Ben varım.

Aşk dolu bakarken.
Geçmişimi hatırlamazken.
Silik.
Hepli cümleler kurup hiçlikte birbirimizi bulurken.
Seni severken.
Burdayım.
Varım.
Seninleyim.

Hepsi senin.
Bebeğim!
Seviyorum.
Az kalır.





24 Mart 2009 Salı

16b49

Gözlerimi kapatıyorum.
Yeşil gözlerini görüyorum O'nun.
Minik ellerini alıyorum avcuma, öpüyorum avuç içlerinden.
Nerde olduğumun hiç önemi yok, O'nunlayım, yeterli.
Dışardan fransızca konuşan çocukların sesleri geliyor odanın içine. Anlıyorum ki Paris'teyim.
Dudaklarımız kenetleniyor, uzun ama yorucu olmayan bir yolculuğun başlangıcını anlatıyoruz birbirimize, sessizlikle.
Orada tek beden olmuş tenlerimizi örterken, gülümsüyorum. Seni seviyorum dökülüyor dudaklarımdan. Çok doğal..

Omzuna alıyor beni, uyuyoruz.. Hiç uykusuzluk çekmiyorum, en ufak bir rahatsızlık yok. Gözlerimi kapadığım gibi dalıyorum. Yanımda yatıyor ama rüyamda da görüyorum bizi.
Gün ışığı doldururken odamızı, istemsizce açıyoruz gözlerimizi. O anda. '' Çok özledim seni.'' diyoruz. Aynı anda.. Uyurken bile özledim diyoruz.

Hayatımda sevdiğime emin olduğum tek şey. Aradığım, istediğim her şeyimi kapsıyor.
Rakısından bir yudum alıp saçlarıma rasta yapıyor. Anlatıyor. Freud diyor, Paris diyor, boşver diyor, Latin Amerika ve koca bir yazın hayalini kuruyoruz.


Her şey kendiliğinden gelişiyor. Hiç bir zorlama olmadan. İçimiz sıkılmadan, yormadan.
Çok aşık oldum derken, aşkın bizim için ne kadar basit, klişe kaldığını farkediyoruz.

Şimdi tek emin olduğum şey var. Hep hayatımda kalmalı, bir odada yaşarken paylaşmalıyız tüm dünyamızı.

10 Mart 2009 Salı

- Mutlu musun?
- Mutluluk sürekli bir kavram değildir. Var, yok.
- Nesin?
- Çok mutluyum..
- Şimdilik?
- Epeydir..
- İniş-çıkış?
- Yok.. Hiç olmadığım, hissetmediğim gibi.
- Gibisi?
- Fazla.
-

4 Mart 2009 Çarşamba

Moan

İple oynanan bir oyun vardı. Karşında birisi durur ellerinde ipler dolanmış. Hadi şimdi çözerek bu ipleri kendi ellerine geçir der gibi durur.
Sonra işte belli noktalardan geçirerek ellerini, kendi ellerine alırsın ipi..

Ben bu oyunu hiç beceremedim. Hep öyle bakakaldım. Ama hep çok özendim.. Zaten bu tür olaylarda beceriksizim. Beceriksizlikten öte '' Öfh ne gerek var ya..'' havasındayım sanırım.

Dolambaçlı ipler, yollar. Gerenk yok.

- Napıyosunnnnn
- Hiiççç.. Kahve felan yaptım
- Kahve yapmak bir iş değildir. Yaparsın biter.. Napıyosunnn

Dank! O zaman ben gün boyu hiçbir iş yapmıyorum. İyi mi değil mi bilemedim..

Çevremde korkunç insanlar var. Kurumsal bir yerlerde içleri de kurumsallaşmış olarak, farkındalıklarını yitirerek çalışıyorlar. Düşünmüyorlar. Sadece '' Abi çok sıkıldım yaaee'' gibisinden söylemlerde bulunuyorlar.
Onlar gibi olmak istemiyorum.

Bir hayalim var.. Nasıl olacak bilmiyorum ama var. Amsterdam ya da başka bir yer hiç farketmez. Nereyi istersek, heryer olabilir, hiçbi yer olabilir. Aslında hiçbi yer olsun. Tam ''biz''lik. Gecemizi gündüzümüzü bilmeden nefes alalım tek bedende. Arada sırada orospu diye çağıracağımız bir kedimiz var. Gerçi sanırım O köpekleri daha çok seviyor. Ama ben korkuyorum.. Alışırım. Ne köpeklere, öküzlere, ruhsuzlara alıştım sonuçta.

Biranın sonunu içemiyorum. Daha bir acı geliyor. Acıyı sevmiyorum, kendime acı çektirmeye hiç hevesli değilim. Böyle beslenen insanlar var, acı çekerek.. Acı çekmeden hiçbir şeyin farkına varamayan ve dipte karanlıkta yaşamaktan içten içe hoşlanan.
Ergenken ben de öyleydim. Geçer..

Şöyle söylemişti bana; '' Bitti dediğin anda başlar her şey.''
Hakkaten öyle oldu. Hiç ummadığım, beklemediğim bi anda. İyiki oldu.

Şimdi Trentemoller - Moan dinlemenin ve O'nu düşünmenin tam zamanı. Gülümseyerek.. Ama biraz hüzün katmaya da başladı ruhum içime. Damla damla.

Yıllardır tanıyorum onu. Bedenimin içinden kayıp gidiyor. En kuytu köşelerimi keşfetmeyi biliyor. Tutkulu da. Bir de saf.. Aslında çok az bulunan bir ikili. Hem tutkulu hem saf.

Birini bu kadar çok istemek çıldırtabilir insanı. Ve insanlar asıl çıldırırken tam da kendileri olurlar.

1 Mart 2009 Pazar

Vasi


Sabah, özlenen güneş havası.
Bir de O'nun hep aynı samimiyet ve içtenlikle bakan gözleri.

Hayatımda tanıdığım en saf insan. Çok çok değerli.
Bilmiyorum bazen olur mu başkalarına da ama biraz psikopatça.. Mesela babamın öldüğünü rüyamda görüp ağlayarak uyandığım çok olmuştur (Not anymore!)
Hatta abartıp rüyamı kontrol edip '' Herkes siyah giyecek ama ben beyaz giymeliyim.'' diye düşündüğüm.

Bazen düşünüyorum işte.. Marmara Üniversitesinin taşlı yollarındayız, simitçinin önünde. Yerde gri conversli esmer bir beden yatıyor. Bakıyorum ki O! Ağlayarak koşuyorum yanına.. Hastanedeyiz şimdi. Diyorlar ki, organ nakli lazım. Alın verin hemen benimkini. Geberirim hiç sorun değil. Biraz kroca da geliyor şimdi kulağa. Ama hakkaten öyle.. Alın verin.

Yıllar geçti. Çok şey paylaşıp yaşadık.. Eski defter aralarından notlarımız çıkıyor..
- Acıktım.
- Ben de..
- Ama benim param yok..
- Nihahaha benim vaarrr.. Şimdi çikolatalı tost yicem üstüne de sigaramı yakıcam
- Ben de gidim de x'ten tekel 2000 alim bari ehehehe

Böyle saçma geyiklerimiz. Sonra çok üzülüp de sana yazmış olduğum '' Günde 3 öğün aldığım haplar gibisin.'' temalı yazılarım.

Şimdi itiraf etmekte zorlansak da.. Aşk bitti. Artık birbirimize aşık değiliz.. Ama sonsuz seviyoruz, güveniyoruz. Asla yarı yolda bırakmayacağımızı biliyoruz.

Bir keresinde eski bir sevgili kişisi telefonda bana bağırmıştı.. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Oturup 2 saat falan ağladıktan sonra, ''O'' bana hiç bağırmamıştı diye ağlamaya başladım bir de üstüne. Hemen msj attığımda anlayıp aradı vs.. Konuştuk, güldürdü beni yine.

Yani en zor anımda hep var. Hiç arkama bakmadan sırtımı yaslayabileceğim biri.

4-5 ay boyunca konuşmasak da sesimizi duyduğumuzda tutuk kalmıyoruz. Kalamayız ki.. Birbirimize karşı en ufak kötü bir şey yapmayacağımızı biliyoruz.
Bencil değiliz!


Hepsi bir yana.. Konuşmalarımızın ilk dakikası Naber gibi bilindik cümlelerle başlasa da kendi içimizde doaçlama bi tiyatro oynuyoruz hiç zorlanmadan. Naberden sonrasında hep kahkahalar var..

Kocaman turuncumsu, kahverengimsi bir köpek.. Tam arkasını dönmüş oturup, sigara yakmaya hazırlanırken benden duyulan Vasi!

En son geyiğimizin anısına.. Nice gülüşlere..

28 Şubat 2009 Cumartesi

Ananas

Dilim dilim doğranmış ve bir sabah kahvaltısı olarak önüme sunulmuş koyu sarı, tatlı, en sevdiğim meyve.. Hepsini ben yiyeceğim, diyorum. Çünkü her gidilen yerde en güzel yere o oturuyor. Beni düşünmüyor, hep kendi var. Manzaraya bir kez ben baksam ne kadar mutlu olacağımı bilmiyor. Bunun hepsini ben yiyeceğim. Sen yeme.. İçimdeki öfkeyi böyle çıkartıyorum.

Sabahın 4ü. Böyle bir şiir ve şarkı da var.. Ne çok şeye konu olmuş uykusuzluk çekilen zamanlar.. Uyku yok. Zaman bol. Hakan Günday diyor ki ; '' Ve ekonomi, bilim haline gelmeden önce de var olan bir kurala göre bolluk değersizliği getirir.'' Şimdi her anım değersiz. Neyseki içimdeki neşe gitmiyor.. Kendi kendimle eğleniyorum. Aynaya bakıp konuşuyorum, gülüyorum. Pencereden sarkıp sigara içerken sanki yanımda varmış gibi biri yine konuşuyorum.. Yatağıma uzanıyorum şöyle hemen sağ yana dönüp kıvrılıyorum, bacaklarımı kasıklarıma doğru çekerek. Hayaller beliriyor, yine gülümsüyorum.. Öyle bir tebessüm değil, hafif sessiz kahkahalar..


Duruyorum.
''Deliriyor muyum lan?'' diyorum.
''Delir lan!'' diyorum.

Ne tutacağım kendimi arkadaşım!? Ne kalkanı.. Ne savunması, neyin savunması? Sonunda acıtacak olan yine acıtıyor. Saçma yani.. '' Sen kendine önlemler aldın, ben kendime yasaklar koydum.'' Güzel söz.. Lakin her şey zaten o önlemler ve yasaklardan kaynaklanıyor, bu boktanlık. Halbuki sal kendini, şöyle bir uzan..

Düşün ki, mavinin yeşile çaldığı bir denizdesin. Bakmadan çevrene, ben nerdeyim diye düşünmeden, akıntı beni nereye götürür diye şöyle bir gözlerinle süzüp beyninde hesaplama yapmadan. Uzan Çilek'im sırtüstü. O hiç sevmediğin tenini yakan Güneş var ya orda.. Aldırma ona da. Kulaklarında dalgaların oynayışı. At kollarını geriye bebek.. Tam şimdi, akıp gidiyorsun.

Ses. İnsanı bu kadar mı mutlu eder. Eder.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Black

Taksim Mephisto'da oturmuş konuşuyorduk. Bi sade kahve daha diyordum arada.. Şekersiz.
Sonra dikkatimi çeken bir şarkı. Nickelback dedik.. Aerosmith dedi. Gitti sordu.. Oha! Pearl Jam. Black..

Şimdi geldim evime.. Elektrikli battaniyemi yaktım, yatağımın içine girip dinlemeye başladım.. Huzur verirken acı da çektiriyor. Yani tamamen huzurlu olduğumuzda bir şeyler batıyor ya hani hemen sorun çıkartacak şeyler arıyoruz. Hep biraz dram. Biraz gerilim.
Şarkı içimden akıp gidiyor.. Yok tamamen huzur bu.

Yerde ufak kıl yumakları. Ben yürümeye başlayınca büyüyerek, birbirlerine eklenerek ayaklarıma dolanmaya başlıyorlar. Kocaman bir balon gibi sarıldım. İçinde ilerlemeye çalışıyorum.. Sonra metale dönüşüp içinde hareketimi zorlaştırıyor. Ben devam ettikçe kolumdan saplanıp kürek kemiğimden çıkıyor. Ayak bileğimden girip dizlerimden. Hayır çok kan akmıyor.. Sanki sivrisinekler çoktan üstüme konup konup tüketmişler kanımı. Zaten beyaz olan tenim morarıyor.
Ama kırmızıyı seviyorum. Kanımın tadını da biliyorum.. Küçükken dizlerimdeki yara kabuklarını kaldırıp kanımı akıtırdım. Sonrada parmağımı değdirip yalardım. Hafif acı gibi.. Burkuyor ağzı biraz.

Artık dizlerim yara bere içinde kalmıyor.. En fazla yeşile çalan morluklar.. Kanımın tadına bakmayalı epey oldu.

10 Şubat 2009 Salı

Takıl-ma

Kocamannn boşluk. Duygu yoksunu muyum? muyuz.

Ufak şeylere takıla takıla ne hale getiriyoruz üzerine oturduğumuz bulutları. Batıyor, kalkıyoruz. Başka diyarları hep çekici bulma triplerine giriyoruz. Otur oturduğun yerde işte.. Amma ve lakin doyumsuz varlıklarız. O bulutun da tadına bakim, acaba burdan mı manzara daha güzel ordan mı tereddütleri. Otur diyorum otur.. Ne farkeder ki o, bu, şu.. En sonunda oranın da içine sıçıp sikip atacağız.

Demem o ki.. Çok büyütmemek gerek hayatı. Aksın gitsin, bırak.

31 Ocak 2009 Cumartesi

Mesnetsiz!

Bir kıpırtı var içimde.. Çok tatlı, telaşlı, heycanlı. Mesnetsiz bu. Evet aşk bu! Fark ettirene (ayrı yazılırmış ah sorry bebeim) hayranlık bu. Farkındalığımı tekrar hissettiren kişiye.

Sanki çok önceden tanışmışız. Gıcık olunca '' uuuffff '' diyor, heycanlanınca '' ohaaaa '' . Ne kadar şeffaf. Çözmek zorunda değilsin, ne kadar güzel. Ne ise, kim ise; O.

Paris'ten sesleniyor. Yollarımız belki kesişmeyecek(kesişti bile. tekrar sorry bebeim) ama tekrar hissetmek çok güsel..

30 Ocak 2009 Cuma

Yok

Bilmiyorum belki de kabullendim ama ayrılık batmıyor artık. Umrumda değil desem yalan olur çünkü ayrılık bu. Ama gözyaşımın olmaması ve '' Acaba ne yapıyor?'' diye düşünmemek iyi olduğumun kanıtı gibi. Daha fazla ot gibi hissetmeden yaşamaya tahammül edemezdim. Sevgi azalınca mıdır nedir insan daha bi mantıklı düşünebiliyor. Yürümeyeceğini öngörüp bu bilgiyi en derininde saklamıyorsun. Yürümez ulan! 2 sene sonra bu adam benim yanımda olmaz diyip ayrılmak insana doğruyu yaptığını hissettiriyor. Güzel bir his..

Yeni heycanlarım var benim artık diyip gülümseyebiliyorum.

25 Ocak 2009 Pazar

Fotosentez


Bitkiler içerdeki oksijeni tüketip dışarıya karbondioksit verirler bildiğiniz gibi.. Bu sebeple uyuduğunuz odada bitki bulundurulmaması tavsiye edilir.

Bu adam.. Fotosentezini benim üzerimde yapıyor. Oksijenimi alıp karbondioksitini salıyor üstüme.. Umarsızca.

Bir ilişki sarmaşık olup heryerinizi sarmışsa.. Karşınızdaki size kendini tane tane anlatmak yerine artık tahammülsüzleşip bağırıyorsa.. Ya budayın ki huzuruna, sağlığına kavuşsun ya da zaten yeni bir saksı istiyorsa gidecektir.

23 Ocak 2009 Cuma

Paranoid


Önceden de böyle miydim diye düşünüyorum. Şu sıralar çok şiddetli bir ağrı gibi mideme, başıma saplanıyor.. Yok hayır, yoktu..

Birkaç sene önce yanımda yürürken başkasına bile bakmayan bir adamın yalanlarıyla eksiklidiğimde bu duygu çoğaldı. Şimdi sonsuz kuşkucu ve güvenmeyen bir insan olup çıktım. Çok sinsi, çok tehlikeli. Önce kıskançlık sanıyorsunuz, sonra kendinize laf geçiremeyip aklınızda kurgulamaya başlıyorsunuz her şeyi. O'nun bulunduğu ortamı falan her şeyi gözünüzü kapatıp hayal ediyorsunuz. Dört, beş kişi olduklarını söylemişti ama bence yalnızlar ve sırf ben kıskanmayım diye yalan söylüyor diyorsunuz. Telefonu açmadığında ise büyük bir öfke başlıyor vücudumda dolaşmaya ama o kadar tehlikeli geliyor ki, bir anda aldatıldığımı sanıyorum yine. Bu sefer hep hesap soran kişi olmaya başlıyorum. 2 defa aramama rağmen ardından msj atınca 1 dk içinde hemen arıyor. Bu sefer taksideydim, duymadım diyor.. Tabiki bana mantıksız geliyor çünkü ben çoktan aklımda kurgulamışım. Taksideydi ve açmak istemedi diyorum. Çünkü sevgilisi ile konuştuğunun duyulmasını istemiyor diye düşünüyorum.. Bu sefer trip atıyorum falan.

Aslında dediği her şey, ne diyorsa odur. Doğrudur yani.. Yalnız ben kendimi alamıyorum ve alamadıkça hesap soruyorum devamlı. Bana yapılmasından nefret edeceğim bir şeyi yapıyorum. Ben böyle yapmaya devam edersem de gider elbet. Güvensizlik mi bu? Güvenilmeyecek biri değil. Ve yine ben böyle üstüne gitmeye devam edersem de yalan söylemesine gerek olmayan durumlarda bile trip gibi can sıkıcı durumlara maruz kalmamak için yalan söyleyecektir. Bir kişi tarafından 10 farklı hatunla aldatılmış olmamın sonuçları sanırım bunlar.. Devamlı tetikte duruyorum.
'' A woman who fears suffering is already suffering from what she fears '' sözü aslında lafı gediğine koyuyor bu noktada.
Aklıma bir söz geçirebilsem!

19 Ocak 2009 Pazartesi

Yalnız Bir Opera!

Dr. Oetker reklamı gibi olacak ama '' Murathan Mungan nasıl bu kadar güzel şiir yazabiliyor? ''
Peki..

İnsanlar nasıl bu kadar ruhsuzlaşıyor?
Aynaya baktığında kendinden memnuniyetsiz bir kimlikle Dünya'da kaç kişi karşılaşıyor?
Yoruldukça mı tahammülsüzleşiyoruz yoksa aynı sayfalara göz gezdirdiğimizi anladıkça mı?

O değil de.. Murathan Mungan çok güzel '' Yalnız Bir Opera '' diye mırıldanıyor bedenimin içinde.

Yalnız Bir Opera

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, ratsgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin


Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.


Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu


Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını


Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.


Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.


Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...

Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla

Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar


denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar


Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.

Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır


ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda


Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
unuttuklarını hatırlamaktan
uzak uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
Aşk... Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden


Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözüklerin gücünden


Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren

Murathan Mungan