23 Temmuz 2010 Cuma

Blueberry Pie







My Blueberry Nights diye bir film izlemiştim yaklaşık 2 sene önce.. Filmin kadrosu ağızları açık bıraktıracak cinsten: Jude Law, Norah Jones, Natalie Portman. Natalieciğimin o güzel yüzünü görmek için bile izlenebilir. Film vasattı lakin benim taa o zamandan aklıma kazınan, filmin en beğendiğim sahnesi yabanmersini diye çıldırmama neden oldu. Norah Jones, kocaman bir yabanmersinli turtayı önüne alıp gece boyunca hem ağlayıp hem yedi. İşte o günden beri kocaman bi yabanmersinli turta yapmak istemişimdir.


Elizabeth: Why do you keep them? You should just throw them out.
Jeremy: No. No, I couldn't do that.
Elizabeth: Why not?
Jeremy: If I threw these keys away then those doors would be closed forever and that shouldn't be up to me to decide, should it?
Elizabeth: I guess I'm just looking for a reason.
Jeremy: From my observations, sometimes it's better off not knowing, and other times there's no reason to be found.
Elizabeth: Everything has a reason.
Jeremy: Hmm. It's like these pies and cakes. At the end of every night, the cheesecake and the apple pie are always completely gone. The peach cobbler and the chocolate mousse cake are nearly finished... but there's always a whole blueberry pie left untouched.
Elizabeth: So what's wrong with the blueberry pie?
Jeremy: There's nothing wrong with the blueberry pie. Just... people make other choices. You can't blame the blueberry pie, just... no one wants it.


Ve bugün.. o turtayı yaptım bebek! :)

Önce yabanmersinlerini güselce yıkadım. Tadı.. Hm.. Çekirdeksiz siyah üzümle eriğin karışımı gibi. Sonra 1 yumurta, 2 bardak un, az tuz, azcık süt ve katı halde olan tereyağını(125gr) rondodan geçirdim. Bu karışımı buzdolabında 1 saat bekletirken o sırada yabanmersini, 1 kaşık pekmez, yarım limon suyu, tarçın ve cevizlerden oluşan karışımımı hazırladım ve onları da buzdolabına koydum.. Sonracığıma.. İşte, hamuru bi borcama yaydım 20 dk 200 derece fırında pişirdim ve üstüne de yabanmersinli karışımı katıp bi yarım saat daha pişirmeye devam ettim. Tarifi, http://gidgidgda.blogspot.com/2009/07/organik-yaban-mersinli-turta.html adresinden aldım, daha başka bi sürü güzel yemek, tatlı var bu blogta..Biraz hamurum artmıştı onu da üstlerine rendeledim fırına koymadan önce. Piuuvv ne karışık anlattım. İşte o yüzden bi yemek blogum yok benim. Neyse bikaç foto çektim onları koyayım..








17 Temmuz 2010 Cumartesi

Elif Shafak: The Politics of Fiction

Hem çok iyi bir yazar hem de iyi bir konuşmacı olmak zordur. Kendinden emin, neyden söz ettiğini bilen biri aynı zamanda da konuşmanın sonunda gözleri dolup yüzü hafifçe kızarabilecek kadar mütevazı olmak daha zor.

En sonunda söylediği şiirin sözleri de şöyledir:
Come, Let us all be friends for once
Let us make life easy on us
Let us be lovers and loved one
The earth shall be left to no one

Yunus Emre


15 Temmuz 2010 Perşembe

a change of heart

Şu saatlerde bi meditasyona ihtiyacım var. Yok be yahu hiç de yapmam. Ama artık yapmaya başlasam iyi olacak diye düşünüyorum zira içimdeki öfke öyle bir artıyor ki, koşmaktan kıpkırmızı olmuş kalbimi sigarayla birleştirince nefessiz kalıyorum. Ya da.. çok fazla önemsemekten dolayı o kadar çok sinirleniyorum ki nefesim yetmiyor. Yetmiyor resmen yetmiyor! Ne ben yetişebiliyorum ne de yetebiliyorum. Öyleyse ışığımı kapayıp, mumumu(ne güzel bi kelime!mumumumumumu) yakıp derin nefes alıp veriyorum.. Ne düşünsem ki..Değiştiğimi!

11 Temmuz 2010 Pazar

Dide-m!

Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir.

Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakn olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakından görmek istemez.

Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

E.Ş. Mahrem

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Muz Sesleri


Elif Şafak'ın okumadğım bir kitabını almak için rafa yönelirken birden Ece Temelkuran'ın kitabını incelerken buldum kendimi. İlk başta kitabın ismi ilgimi çekti. Muz Sesleri. Beyrut'ta geçen 9 aylık bir emeğin sonucu. Hiziblilerle konuşup, orada yaşayan insanları gözlemleyip ama en çok da onları görerek, duyarak, koklayarak, farkında olarak yazdığı ilk romanı.

Ben bu kitapta Arapçayı sevdim. Maaleş, helwi, habibiti, Şuu. İlk defa Arapçayı dinle ilişkilendirmedim ve bundan dolayı da sevdim.

Kimisi kitabı sade bir aşk romanı olarak görebilir ama bence hiçbir şey tek bir şey değildir. Tek bir şeyden oluşamaz muhakkak atılan temelin üstünde tuğlalar, sıvalar, kolonlar, boyalar, kırık camlar olacaktır. Eğer ki tuğlaları görüp onları da okuyabiliyorsa kişi farkına varır. Tek bir şey olamaz! Bu kitap esasen İslami harekete neden bir insanın katılabileceğini anlatan bir roman. Filistinli, Filipinlerden gelen hizmetçi Filipina ve her sabah Filipinasının hanımının Ekmek Ağacına bakan Marwan'ın aşk hikayesi de var, Şatila'dan, savaşın içinden yazan Dr. Hamza'nın ılık bir süt gibi her aşamasını hissettiğim mideme kayan mektupları da, Oxfordun sisli insanları içinde doktorasını yazmaya çalışan, duyarsızlaşmaya başlamışken uyanan başka bir Ortadoğulunun da..

Ece Temelkuran bu kitabın politik bir kitap olduğunu söylüyor fakat çok da derinlere inemiyoruz okurken. İhvan üyesi Fatima'nın hikayesini şöyle bir dinleyip diğer sayfalara geçmek zorunda kalıyoruz.

Son bir şey.. Hiçbir kitabı okurken bu kadar çok not almamıştım herhalde. Bir süre sonra sadece sayfalarını kıvırmaya başladım. Öyle güzel cümleleri bir daha açıp koklayabilmek için. Bir tanesini de buraya yazmak istedim.


----------------------------------------------------------------------------------


7 Ağustos 1982, Şatila

Tatlı kıbbem,

Bu gece bitince ne yapacağız, bilmiyorum. Hep birlikte beklediğimiz o sabah gelip de bu savaş bitince... Hepimiz, sadece "ülke" adlı bir gemi batıp "savaş" adlı bir adaya düşünce işe yarayan adamlarız. Eğer birgün "kurtarılırsak" bu felaket adasından, hiçbir karşılığımız kalmayacak.

Bu gece bittiğinde erkeklerin yatacak yeri olmayacak. Kendilerinde saklanacak, haklı çıkacak bir yerleri, olmayacak. Silahları ve tehlikeleri elinden alındığında, seviştikleri kadınları sabah görünce kaçmak isteyen oğlan çocuklarına benzeyecek bu şehir.

Savaş bizi daha yakışıklı gösteriyor Filipina. Eğer birgün biterse, erkekler sökülmüş lunapark oyuncaklarına dönüşecek, çürümüş plastiğimiz ortaya çıkacak. Plastik olduğumuz ortaya çıkacak. Kadınlar her sabah kalkıp başka bir hayata başlayabilirler, ama erkekler... Bu topraklarda erkekler öyle bir yerinden yaralı ki Filipina, ne kadar sevsen geçmez.

Annen o ilk sabah uyanmadan önce, gözünü açmasını beklerken, vargücümle oradan kaçıp hiçbir şey olmamış gibi yapmak isterken düşündüm bunları. Eğer savaş varsa gidebilirsin çünkü. Olmamış gibi yapabilirsin. Yok olabilirsin ve yalan söyleyebilirsin.

Herkes savaştan ölüm yüzünden nefret ettiğini söylüyor. Ben, beni böyle bir adam yaptığı için, böyle bir adam olmama izin verdiği için nefret ediyorum. Çünkü savaş tam erkeklere göre, tam tembellere ve soysuzlara göre bir yer. Ne derlerse desinler. Bütün erkekler bu yüzden seviyor savaşı. Kadınların kalbini kırmak için kutsal nedenler veriyor bize. Ortadoğulu erkeklerin iyileşmez yaralarına bir tek barut iyi geliyor. Kadınlardan o kadar korkuyorlar ve onları o kadar çok istiyorlar ki... Savaş, korkak bir erkeğin en iyi saklanacağı sistir Filipina.

Kadınlar hep yeniden başlayabilirler Filipina. Ama erkekler... Onlar, savaş olmazsa kabuğunu sürükleyen bir salyangoza benzerler. Kabuklarımızı alırlarsa bizden geriye, gezdiği yerlerde sümüğünü bırakan böcekler kalır. Belki de, tıpkı çocukların salyongozlara yaptığı gibi hepimizin üzerine tuz döküp öldürmeliler. Bana sorarsan tatlı kıbbem, savaşı görmüş insanları barışta sağ bırakmamalı. Çünkü onlar, savaşı koyunlarında uyuturlar. Birgün yeniden yakışıklı olma hayali o kadar güzeldir ki barışta onlara güvenemezsin.

Biliyorum, onlar, savaş bitse bile kadınları savaşır gibi sevecekler. Ganimetleri gibi. Ele geçirildikten sonra ancak yağmalayabildikleri.

Bu toprakta kadınlar bu yüzden mutsuz. Çünkü her gün yağmalanıyorlar ve kendilerini korumak için her gün sertleşiyorlar. Onlarda lanet olası çok kıymetli bir şey var ele geçirildikten sonra anlamsız olduklarını bildikleri için kendilerini kapatıyorlar. Bu karşılıklı bir anlaşma Filipina. İki taraf da birbirinin yarasını biliyor. İki taraf da birbirinin yarasını azdırıyor. Ama acı, bize en tanıdık olduğu şey için bunu sevmek sanıyoruz. Birbirimizin kabuklarını kaldıra kaldıra, kanata kanata tanışıyoruz, sevişiyoruz, sonra büsbütün merhemsiz kalıp birbirimizi dövüyoruz.

Kadınları çoğu zaman anlamıyorum Filipina. Onlara öyle şeyler yapıyoruz ki, niye hala bizi sevdiklerine, koyunlarına aldıklarına her gün şaşırıyorum. Sanırım her seferinde yaralı bir köpek gibi başarabildiğimiz için. Çünkü kadınlar şefkat göstermezlerse ölürler. Sanırım bu yüzden bizi her seferinde geri alıyorlar. Eğer bizi sevmeleri bizimle ilgili bir şey olsaydı, çoktan topluca göç etmiş olurlardı bu topraklardan.

Bizim derdimiz ne biliyor musun Filipina? Annelerimizin intikamını almak için büyüyoruz biz. Lanet olası savaşın, tozun toprağın içinde her gece kırık oğlan çocukları büyüyor. Annelerinin babaları yüzünden nasıl ağladığını izleyen oğlan çocukları. Anneleri onlara o kadar aşık ki, yavaş yavaş büyüyüp babalarına benzediklerini görmüyorlar. Her gün biraz daha annelerinin kocası olarak ihtiyarlıyorlar. Bütün bu saçma denklemi değiştirecek bir kadın. Ama gelse alacak yerimiz yok. Çünkü annelerimiz gibi ağlamayan kadınları nasıl seveceğimizi bilemiyoruz biz.

Onları ağlattığımız için kendimizden nefret ediyoruz, ama ağlamadıkları zaman da annelerimiz kadar iyi yürekli olmadıklarını sanıyoruz.

Oysa bizim, bize gülecek kadınlara ihtiyacımız var. Bize gülüp peşimizden sürüklemekten yorulduğumuz salyangoz kabuklarımızı çatlatacak kadınlara. Ama en çok da kadınların bize gülümsemesinden korkuyoruz. Gülen kadınlardan ödümüz patlıyor bizim Filipina. Bu yüzden şöyle ferah ferah sevmeyi de sevilmeyi de beceremiyoruz. Kadınların bizi gösterişli kabuklarımız yüzünden sevdiğini sanıyoruz. O kabuğa katlanmak için her gece nasıl ağladıklarını görmüyoruz.

Oralarda o kadar karmaşık şeyler var ki Filipina, savaş bize bu yüzden iyi geliyor. Gürültü ve itiş kakış, önemli konuşmalar ve kararlar, toz ve kurşun... Hiçbir şey konuşmak zorunda değiliz. Çünkü Filipina, savaşlarda kadınlar erkekleri ölmek üzere olduğu için seviyor. Ölmek üzere olduğumuz için yakışıklı duruyoruz.

Annen uyandı Filipina ve gülümsedi. Ben kaçmaya niyetlendim. Ama sonra bir şey oldu. Annen odalar arasında dolaşırken, kahveyi koyarken, saçını düzeltirken, bilmediğim bir dilde şarkı söylerken, başka hiçbir şey olmadığı için ağustos sıcağında bile üzerinden çıkarmadağı sarı kazağı, aynaya bakarken, ağzında tokası, dönüp, bana bakıp gülümserken... Bir şey oldu. Evin içinde ışık oldu. Anneni değil, o oşoğı bırakamazdım.

Öyle de uysalız biz işte, bir kadın gelsin ve evlerimize küçük bir ışık düşsün, hemen eriyoruz. Yatakta durdum, onu izledim. Ama içimde bir şey ayaklanıyordu. Hırçın bir oğlan çocuğu içimde tepiniyor, hiç rahat vermiyordu. Bir şeye kızıp gitmeliydim, tadını kaçırmalıydım. Durmadan dürtükleniyordum. Ağlayasım geldi. Böyle olmayan her geçmiş sabah için mi, bu sabah bir daha olma diye mi, bir sümüklüböcek olarak kalmaktan ödüm koptuğu için mi... Kederle başa çıkabilirim Filipina, bu topraklarda olup olacak hiçbir kötülük beni ağlatmaz. Ama güzellik... Bizim çeliğimize ona göre su verilmemiş, kırılıyoruz orta yerimizden.

Niye o gün kimse kimseyi öldürmedi, niye kimse kimsenin gözünü oyup birbirini kurşunlamadı, bilmiyorum. Kliniğe gitmedim ve kimse beni çağırmadı. Sanırım gizli gizli bunun annenle ilgili iyi bir işaret olduğuna inandım. Fakat bu durumu benden başka bir şeyin daha onaylaması gerekiyordu. Biz erkekler bu bakımdan da biraz salak sayılırız Filipina. Öyle sanıyorum ki sadece dünyanın bu tarafındakiler değil, her yerindeki erkeklerde böyle bir salaklık var. O sözünü ettiğimiz devrimleri kim yapacak, bilmiyorum Filipina. Çünkü biz erkekler, yaşadığımız şey meşru olunca, kabul edilince gereğinden fazla seviniyoruz. Dostlarımız kadınımızı sevince, annemizle kadınımız iyi geçinince, babamız bize, "Aferin," deyince... Bana sorarsan, eğer bir devrim filan yapılacaksa onu kadınlar yapmalı. Bize kesinlikle güven olmaz. Bunu o günün gecesinde anladım ilk kez.

Gece bizi "biz" olarak, yani ikimizi, bir eve yemeğe davet ettiklerinde annenle öyle rahat, sevimli bir çift olarak durmaktan abartılı bir keyif aldım. Salak salak güldüm. Salak salak neşelendim. Kampın onu ve beni beraber kabul etmesinden apaçık mutlu oldum. Annen eliyle yemek yemeğe çalışırken, pirinci dökmeden ekmeğe sıkıştırmaya uğraşırken, herkes annenle birlikte dökülen pirinçlere gülerken... Bir yemek masası hiç konuşmadan, sadece bizimle birlikte gülerek evlendirdi bizi. Karım oldu yani annen o gece. Öylece oluverdi. Bundan ne kadar keyif aldığımı, annen bu halimi görüp, yine başını öne eğip gülünce gördüm. Annen gülünce kendimi gördüm. Gülünecek bir kendimdi bu. Arak içtim, güldüm. İçtikçe daha çok güldüm, güldükçe daha çok içtim ve gecenin en acayip yerinde, birden yüksek sesle dedim:

"Bu kadın çok güzel kahve yapıyor!"

Niye böyle bir şey dedim ve annenin yanaklarını kızarttım bilmiyorum ama o gece onunla karımmış gibi seviştim. İçim rahat. Ayıp, biliyorum ama bugün senden başka bunu anlatacak kimsem yok. Karım gibi sardım anneni ve uyuduk.

Sonraki günler her birbirinin aynıydı Filipina. Ve bu, o kadar güzeldi ki. Savaşta bir çatlak oluştu. Başka bir adam oldum. İçimde başka bir adam varmış meğer, yürürken gerisinde bıraktığı yaldızlı sümük izlerine bakıp gülen bir adam. Annenin parmaklarıyla, içimden bulup çıkarttığı bu adamı çok sevdim. Hepimizin içindeki daha iyi adamları...

Nasıl ayakta kaldığımızı düşünüyorum Filipina. Belki zeytinyağında bir şey vardır, yeşil zeytinde, humusta ya da labnede, tahinde. Hepsi bir araya gelince, nesiller boyu biz yurtsuzları ayakta tutan bir simya yaratıyor olmalılar. Çünkü bütün bu olup bitenleri, bu kampta, Beyrut'ta gördüklerimi insanın direnme gücüyle açıklayamıyorum. Kim bilir, belki de ellerimizle yediğimiz içindir. Bütün bir hayatı, dokunduklarımızın tamamını, birbirimizin dokunduklarını da yiyoruz ekmeğimizle beraber. Belki çocuklar böylece aşılanıyorlar bu hayata. Savaşı, büyüklerin ellerinden yemeye başlıyorlar. Kalaşnikofları, kum torbalarını, haşhaşı ve korkunun terini. Ellerden ekmeklere, ekmeklerden çocuklara, çocuklardan komandolara doğru akıp duruyor bir aşı. Yoksa düşünüyorum, nasıl? Durmadan aşılıyoruz birbirimizi, böyle dayanıyoruz biz bu savaşa.

Annen de bizimle o gece, ellerimizi yedi, bizi ve kampın tamamını. Yanakları kızararak ben her güldüğümde. Biz böyle evlendik yani Filipina, eğer birgün sana biri bunu soracak olursa.

E.T. Muz Sesleri Syf.88-93