16 Kasım 2010 Salı

Yoga-yügo-ayı yogi.

Uzun zamandır yazmıyorum. Bilerek değil de içimden gelmedi açıkçası. İşe başlayınca insan bir şeyleri erteleyerek yaşamaya başlıyor farketmeden.

Bugün baryam. Yumurta, sigara böreği, bal,vişne reçeli, çeşit çeşit peynirlerle dolu bir kahvaltı. Mis! Peynir canavarı gibiyim her türlüsünü yerim. Çok tuzlu olmasın yeterki..
Bugün baryam. Annemlerden uzakta.. Sevgiliyle evdeyiz. Pek baryam gibi hissetmiyor insan.. En azından alışagelen bir bayram değil. Annemleri aradım kavurma yapıp yiyeceklermiş, kadayıf almışlar bıdıbıdı. Biz de sevgiliyle hamsiye girdik. Ardından karaköy güllüoğlunun yolunu tutmaya karar verdik. Ordan da çıkıp Çoğunluk filmini izlemeye gidelim diyoruz. Yeni nesil baryam oo yeaa.

Yogaya sardım. Ama ne güzel bir şeymiş! Yogadan sonra yüzüme nur iniyor, beynim tertemiz oluyor, pamuk gibi. Hem bembeyaz hem hafif. Süzülüp gidiyorum. Daha ilk deneyişimde padmasana yapabildim zaten küçükken bale yapmıştım ben esneğimdir diye mütevazilikten uzak söylemlerde bulundum hemen.

Şimdi sabah-akşam yoga yapasım var. Farkettim ki yoga benim öfkemi alıyor, dinginleştiriyor. Hani derler ya pelte gibi oluyorum mecalim kalmıyor. Uyuşturucu gibi bir şey de olabilir esasen ama o noktaya henüz gelmedim daha henüz o kadar kendimi verip aydınlanamadım. "Shavasana" yani ölü duruşu denilen gözlerini kapatıp uzandığın bi pozisyon var. Yogaya başlarken de bitirirken de 5er dakika shavasana yapıyorsun. Bu uzun shavasanalarda ben çok uzaklara gidiyorum. Kendi küçüklüğümü kızılderili olarak çöllerde koştururken görüyorum, bir bakıyorum diğer shavasanada uzaydayım vs.. Ama en önemlisi ve en zoru vücudunu tamamen serbest bırakmak. İlk yaptığımda acaip bi rahatsızlık içindeydim çünkü tüm kaslarımı hissediyordum, dişlerime kadar! Dün Emrenin yönlendirmesiyle yaptığımız yogada, shavasana sırasında ellerim kendiliğinden açıldı, boynum kendiliğinden yerini buldu. Ağzımda dilim, dişim yok gibiydi.

Yogada bir diğer önemli olan ise tamamen harekete ve kendine yoğunlaşabilmek. Önceki denememde hiç yapamadığım hareketleri bu sefer yaptım. Ayakta denge hareketleri var. Sol bacağını arkaya doğru atıp, başını da vücudunla paralel olacak şekilde öne doğru eğiyorsun ama başın yukarda gözlerin tam karşıya bakıyor. Sağ bacağının üzerinde sağ-sol yapmadan, kıpırdamadan durmaya çalışıyorsun. Hayatta o kadar aceleci ve kendi adıma paniğim ki, hareketleri yaparken de sabrım yoktu. Sanırım yoga sayesinde sabırlı, öfkesiz nur topu gibi bi bebek olucam. İlerde eğitmenlik kursuna da gitmek istiyorum tabi çok ilerde.. Vergi denetmeni-yoga uzmanı ahahaha.

Padmasana yaparken ellerimi yere koyup sallanmayı çok istiyorum canım blogum. Umarım birgün yapabülürüm. İleri düzey bi yoga videosu var ama padmasana-lotusa geçişi vs. de anlatıyor.. Bu videodan sonra gaza gelip yoga yapmaya başladım bu da böyle biline.


19 Ağustos 2010 Perşembe

malüm şairlikten kabile hayallerine ses 1-2

Ben bugün nereye gittim? Dur eğlenceli bişi söyleme. Lütfen. İstanbul mali müşavirler odasına gittim! Koskocaman gri bir bina ve 2-3 kişiyle birlikte asılınca açılan ağır bi kapısı var. İşte Deloitte dediki bana git sınava gir, al sana para, bu sınavı geç. Yoksa işim olmazdı açıkçası çünkü mali müşavir dediğin nedir ki malüm şair gibi bişi olsa gerek. O kadar yok, olmayan bir şey benim için.

Tutuşturdular elime bir eğitim seti. Üstünde aynen şöyle yazıyor: " Hiç kimse başarıya çıkan merdivenleri elleri cebinde tırmanmamıştır." İşte ayar veriyor, eller cepte, ağızda sigara aylak aylak dolaşacağına git güzelce giy kolları yamalı bi ceket, tak gözlükleri(nerd gözlüğüm de var uyar yani) ve çalış. O kitapları çalışırken, ezberlerken yaşlan ve farkında bile olma! Birgün farkedersen tabi o da zor artık paranın kokusunu alınca sen aynaya bakıp "nasılım?" diye sorup, bakıp, kendini eleştirme zahmetine katlanmazsın ama 60ında falan kazara bakarsan anca o zaman anlarsın yaşlandığını.

Eğitim seti demiştim evet. Fotoğrafları fln var.. Seminerler vs.. Hep mi aynı olur lan suratlar! Asık. Bir de mali müşavirler ya şişkolar böyle göbekli falan ya da çok zayıflar. Ortası yok resmen.

Gittim evraklarımı, diplomamı ve kendi çapında 75 sayfalık canım tezimi verdim geldim. Evet arkadaşım ben tez yazdım sindiremiyor olsalar da yaaee tezsiz diil miydi diye ağzını yamultsalar da. Galatasaray affetmiyor. Yolda gelirken dedim çok yazık didi bu mu olucan sen?.. Ne bilim çok daha yaratıcı bişiler olabilirdim. yaratıcı bişiler olmak. Marka iletişim uzmanı. uuuv çok havalı geliyor di mi. Havasına sıçim da eğlenceli geliyor kulağa. Ya da mimarlık-restorasyon bölümü. Bu da çok eğlenceli evet zor ama güzel. Bence herkes sanatla ilgili bişi okusun. O zaman daha kolay bi hayat olurdu. İnsanlar stressiz, güleryüzlü olurdu. Uslu olursak şirinleri bile görürdük. Bu ekonomistlerin fln düzen değiştirme isteklerini, sanrılarını arada ben de yaşıyorum da işte ben ekonomist değilim lan çözüm bulamıyorum.

Dur dur. Konudan konuya sekiyorum ama bağlıcam. Discoveryde bi program vardı. Bildiğin Afrika yerlilerini almışlar kabilelerinden New York'a getirmişler. O kadar çok gökdelen var ki adamlar şaşırıp güneş nerde diye soruyorlar. Bildiğin yeni doğmuş bebek. En güzeli.. İşte ben kabile üyesi olup oralarda yaşamak istiyorum. Evet orda hiçbir şey önüme hazır gelmeyecek ama paranın kokusunu nerdeyse hiç duymadan yaşayabilicem.

Bi kabile beni alsın lan. Bi sürü dövmem ve piercingim de var. Hemen adapte olurum ben. hadi be hacı..

Carlos Castaneda-Büyü-Mantar-Tırsmak-Böcek

PS: Çok boş değilsen okuma bunu. hatta blogu. öptüm.

Geçen gün Kabalcı kitapevinde dolandım dolandım kucağıma doluşturduğum kitaplara en son "Carlos Castaneda-Don Juan'ın Öğretileri"ni de ekleyip güzelce evime geldim. Şimdi bu Don Juan amcamız Meksikada yaşıyor tüm otları, mantarları da biliyor. Carlos ise doktora öğrencisi bu sıralar ve beni fıtık eden sorular soruyor devamlı bizim amcaya. Amca tabi sakin, iç huzuruna ulaşmış, efendi bi adam olduğundan bu sorulara her zaman derin bir iç çekip "sonra anlatırım yeğeniim, günü geldiğinde anlayacaksın yeğenimm, hayat peyote'ye benzer yeğeenim" tadında cevaplar vererek başından savıyor.

Neyse efendim.. Kitabın sonlarına gelmişim, çift kişilik yatağımda L şeklinde yatmış bi de utanmadan kollarımı olabildiğince açmışım kitabı okuyorum. Birden Carlos triplere girdi vs. bunu öldürmeye çalışan bi diablora(kadın büyücü) çıktı. İşte Carlos bi ayağı üzerinde zıplarken bi eliyle de baldırına vuruyor ki kadın büyücü kendine yaklaşmasın, zarar veremesin. Don Juan ın öğretileri işte hep bunlar. Kitabın bu sayfalarını okurken çok tırstım. Zaten tırsak bi bünyeye sahibim. Kitabımı bitirip pencereden sarkarak sigaramı içmeye başladım. O sırada da hala tırsık bi vaziyette lan benm başıma gelse, olm çıkmaz di mi dolaptan, bunlar şaka di mi, bilimkurgu kitabı mı aldım ben yoo bildiğin based on a true stroy bu diye düşünürken odama devasal boyutta bi böcek girdi. Bir de utanmadan gitti yatağımın arkasına saklandı ama nası ses çıkarıyo arı desen arı değil. Tüm bunların üstüne çok korktum. Evet ben o kadın büyücünün böcek şekline girip benimle savaşmaya geldiğine inandım. Ve evet nerdeyse bi bacağımın üstünde zıplayıp baldırıma vurmama ramak kalmıştı. Çıktım odadan ama raid sprey ve cam sil sprey ikilisiyle birlikte döndüm odama. Sonuçta öldürdüm. Tırtılın gövdesi, sineğin dev kanatları, hamaböceinin derisini almış bişiydi.

Ve ben daha Carlos Castaneda okumam arkadaşım. Yalnız şunu belirtmek isterim: Kesinlikle mantar olsun, ot olsun, duman olsun vs. kafa yapan her şey hakkında bilgim arttı. Peyote mantarının içinde bolca bulunan Mescalito'ya tapar oldum. Kafa olmak için 8 adet peyote mantarı yemek gerekiyormuş. Çiğ çiğ yersen acıymış ama en etkili yoluymuş. Bu arada şeytan otu diye bir şey var yapımına kadar anlatıyor. İnsanın canını çektiren bi kitap olmuş ama o kadar.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Bazı

Açar bütün kapıları bir el bazı
Can evini tutar bir hoş gazel bazı
Alev alev yakınlaşmak için sana
Senden uzaklaşmak bile güzel bazı.


23 Temmuz 2010 Cuma

Blueberry Pie







My Blueberry Nights diye bir film izlemiştim yaklaşık 2 sene önce.. Filmin kadrosu ağızları açık bıraktıracak cinsten: Jude Law, Norah Jones, Natalie Portman. Natalieciğimin o güzel yüzünü görmek için bile izlenebilir. Film vasattı lakin benim taa o zamandan aklıma kazınan, filmin en beğendiğim sahnesi yabanmersini diye çıldırmama neden oldu. Norah Jones, kocaman bir yabanmersinli turtayı önüne alıp gece boyunca hem ağlayıp hem yedi. İşte o günden beri kocaman bi yabanmersinli turta yapmak istemişimdir.


Elizabeth: Why do you keep them? You should just throw them out.
Jeremy: No. No, I couldn't do that.
Elizabeth: Why not?
Jeremy: If I threw these keys away then those doors would be closed forever and that shouldn't be up to me to decide, should it?
Elizabeth: I guess I'm just looking for a reason.
Jeremy: From my observations, sometimes it's better off not knowing, and other times there's no reason to be found.
Elizabeth: Everything has a reason.
Jeremy: Hmm. It's like these pies and cakes. At the end of every night, the cheesecake and the apple pie are always completely gone. The peach cobbler and the chocolate mousse cake are nearly finished... but there's always a whole blueberry pie left untouched.
Elizabeth: So what's wrong with the blueberry pie?
Jeremy: There's nothing wrong with the blueberry pie. Just... people make other choices. You can't blame the blueberry pie, just... no one wants it.


Ve bugün.. o turtayı yaptım bebek! :)

Önce yabanmersinlerini güselce yıkadım. Tadı.. Hm.. Çekirdeksiz siyah üzümle eriğin karışımı gibi. Sonra 1 yumurta, 2 bardak un, az tuz, azcık süt ve katı halde olan tereyağını(125gr) rondodan geçirdim. Bu karışımı buzdolabında 1 saat bekletirken o sırada yabanmersini, 1 kaşık pekmez, yarım limon suyu, tarçın ve cevizlerden oluşan karışımımı hazırladım ve onları da buzdolabına koydum.. Sonracığıma.. İşte, hamuru bi borcama yaydım 20 dk 200 derece fırında pişirdim ve üstüne de yabanmersinli karışımı katıp bi yarım saat daha pişirmeye devam ettim. Tarifi, http://gidgidgda.blogspot.com/2009/07/organik-yaban-mersinli-turta.html adresinden aldım, daha başka bi sürü güzel yemek, tatlı var bu blogta..Biraz hamurum artmıştı onu da üstlerine rendeledim fırına koymadan önce. Piuuvv ne karışık anlattım. İşte o yüzden bi yemek blogum yok benim. Neyse bikaç foto çektim onları koyayım..








17 Temmuz 2010 Cumartesi

Elif Shafak: The Politics of Fiction

Hem çok iyi bir yazar hem de iyi bir konuşmacı olmak zordur. Kendinden emin, neyden söz ettiğini bilen biri aynı zamanda da konuşmanın sonunda gözleri dolup yüzü hafifçe kızarabilecek kadar mütevazı olmak daha zor.

En sonunda söylediği şiirin sözleri de şöyledir:
Come, Let us all be friends for once
Let us make life easy on us
Let us be lovers and loved one
The earth shall be left to no one

Yunus Emre


15 Temmuz 2010 Perşembe

a change of heart

Şu saatlerde bi meditasyona ihtiyacım var. Yok be yahu hiç de yapmam. Ama artık yapmaya başlasam iyi olacak diye düşünüyorum zira içimdeki öfke öyle bir artıyor ki, koşmaktan kıpkırmızı olmuş kalbimi sigarayla birleştirince nefessiz kalıyorum. Ya da.. çok fazla önemsemekten dolayı o kadar çok sinirleniyorum ki nefesim yetmiyor. Yetmiyor resmen yetmiyor! Ne ben yetişebiliyorum ne de yetebiliyorum. Öyleyse ışığımı kapayıp, mumumu(ne güzel bi kelime!mumumumumumu) yakıp derin nefes alıp veriyorum.. Ne düşünsem ki..Değiştiğimi!

11 Temmuz 2010 Pazar

Dide-m!

Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir.

Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakn olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakından görmek istemez.

Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

E.Ş. Mahrem

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Muz Sesleri


Elif Şafak'ın okumadğım bir kitabını almak için rafa yönelirken birden Ece Temelkuran'ın kitabını incelerken buldum kendimi. İlk başta kitabın ismi ilgimi çekti. Muz Sesleri. Beyrut'ta geçen 9 aylık bir emeğin sonucu. Hiziblilerle konuşup, orada yaşayan insanları gözlemleyip ama en çok da onları görerek, duyarak, koklayarak, farkında olarak yazdığı ilk romanı.

Ben bu kitapta Arapçayı sevdim. Maaleş, helwi, habibiti, Şuu. İlk defa Arapçayı dinle ilişkilendirmedim ve bundan dolayı da sevdim.

Kimisi kitabı sade bir aşk romanı olarak görebilir ama bence hiçbir şey tek bir şey değildir. Tek bir şeyden oluşamaz muhakkak atılan temelin üstünde tuğlalar, sıvalar, kolonlar, boyalar, kırık camlar olacaktır. Eğer ki tuğlaları görüp onları da okuyabiliyorsa kişi farkına varır. Tek bir şey olamaz! Bu kitap esasen İslami harekete neden bir insanın katılabileceğini anlatan bir roman. Filistinli, Filipinlerden gelen hizmetçi Filipina ve her sabah Filipinasının hanımının Ekmek Ağacına bakan Marwan'ın aşk hikayesi de var, Şatila'dan, savaşın içinden yazan Dr. Hamza'nın ılık bir süt gibi her aşamasını hissettiğim mideme kayan mektupları da, Oxfordun sisli insanları içinde doktorasını yazmaya çalışan, duyarsızlaşmaya başlamışken uyanan başka bir Ortadoğulunun da..

Ece Temelkuran bu kitabın politik bir kitap olduğunu söylüyor fakat çok da derinlere inemiyoruz okurken. İhvan üyesi Fatima'nın hikayesini şöyle bir dinleyip diğer sayfalara geçmek zorunda kalıyoruz.

Son bir şey.. Hiçbir kitabı okurken bu kadar çok not almamıştım herhalde. Bir süre sonra sadece sayfalarını kıvırmaya başladım. Öyle güzel cümleleri bir daha açıp koklayabilmek için. Bir tanesini de buraya yazmak istedim.


----------------------------------------------------------------------------------


7 Ağustos 1982, Şatila

Tatlı kıbbem,

Bu gece bitince ne yapacağız, bilmiyorum. Hep birlikte beklediğimiz o sabah gelip de bu savaş bitince... Hepimiz, sadece "ülke" adlı bir gemi batıp "savaş" adlı bir adaya düşünce işe yarayan adamlarız. Eğer birgün "kurtarılırsak" bu felaket adasından, hiçbir karşılığımız kalmayacak.

Bu gece bittiğinde erkeklerin yatacak yeri olmayacak. Kendilerinde saklanacak, haklı çıkacak bir yerleri, olmayacak. Silahları ve tehlikeleri elinden alındığında, seviştikleri kadınları sabah görünce kaçmak isteyen oğlan çocuklarına benzeyecek bu şehir.

Savaş bizi daha yakışıklı gösteriyor Filipina. Eğer birgün biterse, erkekler sökülmüş lunapark oyuncaklarına dönüşecek, çürümüş plastiğimiz ortaya çıkacak. Plastik olduğumuz ortaya çıkacak. Kadınlar her sabah kalkıp başka bir hayata başlayabilirler, ama erkekler... Bu topraklarda erkekler öyle bir yerinden yaralı ki Filipina, ne kadar sevsen geçmez.

Annen o ilk sabah uyanmadan önce, gözünü açmasını beklerken, vargücümle oradan kaçıp hiçbir şey olmamış gibi yapmak isterken düşündüm bunları. Eğer savaş varsa gidebilirsin çünkü. Olmamış gibi yapabilirsin. Yok olabilirsin ve yalan söyleyebilirsin.

Herkes savaştan ölüm yüzünden nefret ettiğini söylüyor. Ben, beni böyle bir adam yaptığı için, böyle bir adam olmama izin verdiği için nefret ediyorum. Çünkü savaş tam erkeklere göre, tam tembellere ve soysuzlara göre bir yer. Ne derlerse desinler. Bütün erkekler bu yüzden seviyor savaşı. Kadınların kalbini kırmak için kutsal nedenler veriyor bize. Ortadoğulu erkeklerin iyileşmez yaralarına bir tek barut iyi geliyor. Kadınlardan o kadar korkuyorlar ve onları o kadar çok istiyorlar ki... Savaş, korkak bir erkeğin en iyi saklanacağı sistir Filipina.

Kadınlar hep yeniden başlayabilirler Filipina. Ama erkekler... Onlar, savaş olmazsa kabuğunu sürükleyen bir salyangoza benzerler. Kabuklarımızı alırlarsa bizden geriye, gezdiği yerlerde sümüğünü bırakan böcekler kalır. Belki de, tıpkı çocukların salyongozlara yaptığı gibi hepimizin üzerine tuz döküp öldürmeliler. Bana sorarsan tatlı kıbbem, savaşı görmüş insanları barışta sağ bırakmamalı. Çünkü onlar, savaşı koyunlarında uyuturlar. Birgün yeniden yakışıklı olma hayali o kadar güzeldir ki barışta onlara güvenemezsin.

Biliyorum, onlar, savaş bitse bile kadınları savaşır gibi sevecekler. Ganimetleri gibi. Ele geçirildikten sonra ancak yağmalayabildikleri.

Bu toprakta kadınlar bu yüzden mutsuz. Çünkü her gün yağmalanıyorlar ve kendilerini korumak için her gün sertleşiyorlar. Onlarda lanet olası çok kıymetli bir şey var ele geçirildikten sonra anlamsız olduklarını bildikleri için kendilerini kapatıyorlar. Bu karşılıklı bir anlaşma Filipina. İki taraf da birbirinin yarasını biliyor. İki taraf da birbirinin yarasını azdırıyor. Ama acı, bize en tanıdık olduğu şey için bunu sevmek sanıyoruz. Birbirimizin kabuklarını kaldıra kaldıra, kanata kanata tanışıyoruz, sevişiyoruz, sonra büsbütün merhemsiz kalıp birbirimizi dövüyoruz.

Kadınları çoğu zaman anlamıyorum Filipina. Onlara öyle şeyler yapıyoruz ki, niye hala bizi sevdiklerine, koyunlarına aldıklarına her gün şaşırıyorum. Sanırım her seferinde yaralı bir köpek gibi başarabildiğimiz için. Çünkü kadınlar şefkat göstermezlerse ölürler. Sanırım bu yüzden bizi her seferinde geri alıyorlar. Eğer bizi sevmeleri bizimle ilgili bir şey olsaydı, çoktan topluca göç etmiş olurlardı bu topraklardan.

Bizim derdimiz ne biliyor musun Filipina? Annelerimizin intikamını almak için büyüyoruz biz. Lanet olası savaşın, tozun toprağın içinde her gece kırık oğlan çocukları büyüyor. Annelerinin babaları yüzünden nasıl ağladığını izleyen oğlan çocukları. Anneleri onlara o kadar aşık ki, yavaş yavaş büyüyüp babalarına benzediklerini görmüyorlar. Her gün biraz daha annelerinin kocası olarak ihtiyarlıyorlar. Bütün bu saçma denklemi değiştirecek bir kadın. Ama gelse alacak yerimiz yok. Çünkü annelerimiz gibi ağlamayan kadınları nasıl seveceğimizi bilemiyoruz biz.

Onları ağlattığımız için kendimizden nefret ediyoruz, ama ağlamadıkları zaman da annelerimiz kadar iyi yürekli olmadıklarını sanıyoruz.

Oysa bizim, bize gülecek kadınlara ihtiyacımız var. Bize gülüp peşimizden sürüklemekten yorulduğumuz salyangoz kabuklarımızı çatlatacak kadınlara. Ama en çok da kadınların bize gülümsemesinden korkuyoruz. Gülen kadınlardan ödümüz patlıyor bizim Filipina. Bu yüzden şöyle ferah ferah sevmeyi de sevilmeyi de beceremiyoruz. Kadınların bizi gösterişli kabuklarımız yüzünden sevdiğini sanıyoruz. O kabuğa katlanmak için her gece nasıl ağladıklarını görmüyoruz.

Oralarda o kadar karmaşık şeyler var ki Filipina, savaş bize bu yüzden iyi geliyor. Gürültü ve itiş kakış, önemli konuşmalar ve kararlar, toz ve kurşun... Hiçbir şey konuşmak zorunda değiliz. Çünkü Filipina, savaşlarda kadınlar erkekleri ölmek üzere olduğu için seviyor. Ölmek üzere olduğumuz için yakışıklı duruyoruz.

Annen uyandı Filipina ve gülümsedi. Ben kaçmaya niyetlendim. Ama sonra bir şey oldu. Annen odalar arasında dolaşırken, kahveyi koyarken, saçını düzeltirken, bilmediğim bir dilde şarkı söylerken, başka hiçbir şey olmadığı için ağustos sıcağında bile üzerinden çıkarmadağı sarı kazağı, aynaya bakarken, ağzında tokası, dönüp, bana bakıp gülümserken... Bir şey oldu. Evin içinde ışık oldu. Anneni değil, o oşoğı bırakamazdım.

Öyle de uysalız biz işte, bir kadın gelsin ve evlerimize küçük bir ışık düşsün, hemen eriyoruz. Yatakta durdum, onu izledim. Ama içimde bir şey ayaklanıyordu. Hırçın bir oğlan çocuğu içimde tepiniyor, hiç rahat vermiyordu. Bir şeye kızıp gitmeliydim, tadını kaçırmalıydım. Durmadan dürtükleniyordum. Ağlayasım geldi. Böyle olmayan her geçmiş sabah için mi, bu sabah bir daha olma diye mi, bir sümüklüböcek olarak kalmaktan ödüm koptuğu için mi... Kederle başa çıkabilirim Filipina, bu topraklarda olup olacak hiçbir kötülük beni ağlatmaz. Ama güzellik... Bizim çeliğimize ona göre su verilmemiş, kırılıyoruz orta yerimizden.

Niye o gün kimse kimseyi öldürmedi, niye kimse kimsenin gözünü oyup birbirini kurşunlamadı, bilmiyorum. Kliniğe gitmedim ve kimse beni çağırmadı. Sanırım gizli gizli bunun annenle ilgili iyi bir işaret olduğuna inandım. Fakat bu durumu benden başka bir şeyin daha onaylaması gerekiyordu. Biz erkekler bu bakımdan da biraz salak sayılırız Filipina. Öyle sanıyorum ki sadece dünyanın bu tarafındakiler değil, her yerindeki erkeklerde böyle bir salaklık var. O sözünü ettiğimiz devrimleri kim yapacak, bilmiyorum Filipina. Çünkü biz erkekler, yaşadığımız şey meşru olunca, kabul edilince gereğinden fazla seviniyoruz. Dostlarımız kadınımızı sevince, annemizle kadınımız iyi geçinince, babamız bize, "Aferin," deyince... Bana sorarsan, eğer bir devrim filan yapılacaksa onu kadınlar yapmalı. Bize kesinlikle güven olmaz. Bunu o günün gecesinde anladım ilk kez.

Gece bizi "biz" olarak, yani ikimizi, bir eve yemeğe davet ettiklerinde annenle öyle rahat, sevimli bir çift olarak durmaktan abartılı bir keyif aldım. Salak salak güldüm. Salak salak neşelendim. Kampın onu ve beni beraber kabul etmesinden apaçık mutlu oldum. Annen eliyle yemek yemeğe çalışırken, pirinci dökmeden ekmeğe sıkıştırmaya uğraşırken, herkes annenle birlikte dökülen pirinçlere gülerken... Bir yemek masası hiç konuşmadan, sadece bizimle birlikte gülerek evlendirdi bizi. Karım oldu yani annen o gece. Öylece oluverdi. Bundan ne kadar keyif aldığımı, annen bu halimi görüp, yine başını öne eğip gülünce gördüm. Annen gülünce kendimi gördüm. Gülünecek bir kendimdi bu. Arak içtim, güldüm. İçtikçe daha çok güldüm, güldükçe daha çok içtim ve gecenin en acayip yerinde, birden yüksek sesle dedim:

"Bu kadın çok güzel kahve yapıyor!"

Niye böyle bir şey dedim ve annenin yanaklarını kızarttım bilmiyorum ama o gece onunla karımmış gibi seviştim. İçim rahat. Ayıp, biliyorum ama bugün senden başka bunu anlatacak kimsem yok. Karım gibi sardım anneni ve uyuduk.

Sonraki günler her birbirinin aynıydı Filipina. Ve bu, o kadar güzeldi ki. Savaşta bir çatlak oluştu. Başka bir adam oldum. İçimde başka bir adam varmış meğer, yürürken gerisinde bıraktığı yaldızlı sümük izlerine bakıp gülen bir adam. Annenin parmaklarıyla, içimden bulup çıkarttığı bu adamı çok sevdim. Hepimizin içindeki daha iyi adamları...

Nasıl ayakta kaldığımızı düşünüyorum Filipina. Belki zeytinyağında bir şey vardır, yeşil zeytinde, humusta ya da labnede, tahinde. Hepsi bir araya gelince, nesiller boyu biz yurtsuzları ayakta tutan bir simya yaratıyor olmalılar. Çünkü bütün bu olup bitenleri, bu kampta, Beyrut'ta gördüklerimi insanın direnme gücüyle açıklayamıyorum. Kim bilir, belki de ellerimizle yediğimiz içindir. Bütün bir hayatı, dokunduklarımızın tamamını, birbirimizin dokunduklarını da yiyoruz ekmeğimizle beraber. Belki çocuklar böylece aşılanıyorlar bu hayata. Savaşı, büyüklerin ellerinden yemeye başlıyorlar. Kalaşnikofları, kum torbalarını, haşhaşı ve korkunun terini. Ellerden ekmeklere, ekmeklerden çocuklara, çocuklardan komandolara doğru akıp duruyor bir aşı. Yoksa düşünüyorum, nasıl? Durmadan aşılıyoruz birbirimizi, böyle dayanıyoruz biz bu savaşa.

Annen de bizimle o gece, ellerimizi yedi, bizi ve kampın tamamını. Yanakları kızararak ben her güldüğümde. Biz böyle evlendik yani Filipina, eğer birgün sana biri bunu soracak olursa.

E.T. Muz Sesleri Syf.88-93

6 Haziran 2010 Pazar

Napalım.


Yaz ortası yağmurları seviyorum. Ben bir İngiliz özentisiyim. Yağmurlu havada etek, sandalet giyip üstüme bi hırka geçirmeyi seviyorum. İngiliz aksanıyla ingilizce konuşanlara şiir okuyorlar gibi bakıyorum. Ama İngiliz giyiminden nefret ediyorum. Kapalı kapalı. Tutucu tutucu.

Çıplaklığın sıradan olması iyi mi? Tamam. İyi mi? Ne bilim o zaman çekiciliği kalmazdı gibime geliyor. Soyunmak da, giyinmek de insanı meraklandıran, isteklendiren durumlar. Şimdi bakıyorum gazete haberlerine modeller hep şey diyor: " Ayh ben zaten Danimarkalıyım şekerim evde hep çıplak gezeriz, denize de çıplak gireriz." E çok güzel ablacım.. Benim de senin gibi taş gibi götüm olsa konuşmam daha kolay olurdu.

Bugün evde çıplak dolaşmaya karar verdim. Tam da evin karşısında cami var. Pencerelerden uzak dura dura takıldım. Çıplaklık güzelmiş çok havadar oh mis gibi. Bir de şunu keşfettim: insanın özgüveni yerine geliyor. Şöyle bir aynaya bakıyorsun e iyiyim be diyosun ardından rahatça vücudunla barışık salınıyosun. Ne bilim seksten hemen sonra giyinen kadınlar vardır.. Bu da bence biraz özgüven eksikliğinden ve vücudunla barışık olmamaktan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Ve tabiki çıplaklığın toplumumuzda hemen abazan düşüncelere yer vermesinden.. Giyinince daha korunaklı, rahat hissediyoruz kendimizi.

Hepimiz evlerimizde çıplak gezsek sıkılmaz mıydık bir süre sonra? Aynı bedenler, devamlı gözünün önünde. Baban geçiyor yanından çıplak.. Iyh. Sevgilin geçiyor yanından çıplak.. Meme. Bir süre sonra ise sadece bi beden. Sıradan. Şimdi karar veremiyorum ben. Çünkü bir yandan sıradanlaşması da güzel. Sokağa herkes daha rahat çıkardı.. Bazı krolar belerte belerte bakmazdı hatunlara. Diper yandan da bedeni arzu nesnesi olarak görmek zorlaşacaktır. Tabiki de beden sadece arzuyu temsil etmiyor, birçok anlamla birlikte geliyor. Saflık gibi. Yine de bir bedeni arzulamak, istemek zorlaşacaktır. Hmm.. Az, abartmadan ve öz giyinmek en iyisi galba.

Çıplak denize girmiyoruz ondan oluyor böyle şeyler. Küçüklükten aldılar bize bikiniyi napalım. Bikini yoksa don giydirdiler bildiğin beyaz lastikli. napalım. O fotoda kaç yaşındayım bilmiyorum ama 5i geçmez herhalde. Donumla çok mutlu görünüyorum.


Yandaki şarkıyı yeniledim.. Geç ama tam zamanında keşfettiğim bi şarkı bence. Ayh ne çelişik konuştum. Güzel şarkı..Triplere sokabilir.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

30'a 5 kala

Bugün küçük bi kız çocuğu gibi evin içinde zıp zıp zıplıyorum. Eteğimin uçlarından tutup dönüyorum. 30'a 5 kala ben hala 5 yaşındayım. Sevgili mis gibi kokan mavili, morlu, yeşilli, beyazlı kır çiçekleriyle geliyor yanıma.. Ayvalık tostumuzu yiyip portakal suyumuzu içiyoruz. Haftaya Deloitte'a gidip imza atıcam kesin olarak Junior oldum oh la la.. Yeni yaşıma vergi denetmeni olarak giriyorum. Ne eğlenceli! hahaha halbuki ben ortaokuldan beri haber spikeri olmak isterdim.

Oto yıkamaya gidip asmaların altında rakımızı içip kutlıcas doğum günümü. Hafif sarhoş eve dönerken o an mutlu olduğum için içimden sessizce teşekkür edicem herkese..

Sanırım 60 yaşıma da gelsem doğum günü kutlamak isticem ben. Pasta, mum, dilek.

Mutlu olsun doğum günüm, yeni yaşım.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

entariden günlük hayata aforizmalar

Kaynak: Ekşi sözlük
Başlık: Sevgilisinin ayak tırnaklarına oje süren erkek
Entari:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=19088179

"sevgilisinin ayaklarını beğeniyor, onlara dokunmaktan keyif alıyordur.
hatta genellikle ayak tırnaklarına oje sürerken ayak bileğini tutarak bacağına doğru küçük dokunuşlarla kur yapar, dizine öpücükler kondurur..
ve evet hatta sevgilisinin baldırlarını koklayıp okşayarak ıslak ıslak öper.
bazen o kadar karşı konmaz olur ki oje sürme işine bi sevişmelik ara verilir.
yok eğer bu iş tamamlanabilirse ojenin kurumasını beklerken geçen sürede önsevişilir, esas sevişme esmasında ojesi kurumuş ayak parmakları emilir, öpülür.
evet sevgili çok seviliyordur, başkasıyla aynı şeyleri yapmak mide bulandırır.."

Ey blog ahalisi bu romantik bi entari değil midir? Hem romantik hem de erotik.
Bu aralar bi duygusal mıyım bilmem tam erik yerken katır kütür birden gözlerim doldu.
Bende var bi terslik sanırım..

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Wakin' Dead

İnanılmaz bir şey.. Hep birini öldürmenin nasıl bir duygu uyandırdığını düşünmüşümdür. Korku kesin olmalı. Biraz rahatlama.. Ama bu çok farklı bir şey.. Aghh!


9 Mayıs 2010 Pazar

Kim Wilde - You Keep Me Hangin' On

8 Mayıs 2010 Cumartesi

başlık.

Ayh çok sıkıcı çok sıkıcı, can çok sıkıcı çok sıkıcı.. Şöyle bi çingene havası olsa da göbecik atsak be yaah. Bugün ielts zımbırtısı sınavına girdim 2 buçuk saat sürdü. Yarın da speaking kısmı var odtü mezunlar derneğinde asıl kasış o zaman olacak. Yok bisiklet kullanmayı neden seversin de, wild animal anlat da.. piuvv.

Sayid'in içinde büyüyen karanlık misali benim de içimde büyüyen bi sıkıntı var. Hiç de bir şey yapasım yok. Öyle uzanıp kitap okumak istiyorum. Kendimle ilgilenmek istiyorum. Çünkü herkes öyle yapıyor.. Herkes kendi mutluluğuna bakıyor. Doğru da esasen.

Şu speaking geçsin buraya renkli bişiler yazıcam söz. Kendime söz.

Son olarak Lost'taki çekik gözlü yahşi abimiz Dogen'ın bi sözüyle bitirmek istiyorum: I don't like the way English tastes on my tongue.

Hahaha dilimdeki piercingin topunu yemek yerken yuttum yine 2 haftada 2. oluyor bu.
Bir de burnumdaki piercinge en kısa zamanda halka almak istiyorum. yımyımyım.
Bi de bi de.. Gs üni.nin şenliklerine bu sene Jay jay johnson geliyore. hadi bakalım. çüüzz.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Fuck you

2-3 gündür bu şarkıyı dinliyorum ve önüme gelene sakin sakin fak yu veri veri maaaaççç diyorum.
Eğlenceli bi klibi var..


28 Nisan 2010 Çarşamba

Floating

Önce onlarla konuşmayı bırakacağım.
Koklamayı, sevmeyi..
Sonraları kör olurum
umarım.

Üstlerine basıp geçeceğim
Kırmızı beyaz siyah
Uyarılar nafile
Kör oldum.

Çiçeklerin susuz kalacak.

"I'd set you free
'Cause I'm sick and tired
Of always being sick and tired " 

Anastacia ile de bitiririm. O değil de bu hatunun belindeki dövmeden sonra hakkaten ben de gidip 16 yaşımda belime dövme yaptırmıştım. Şimdi orospu dövmesi oldu göstermeye utandığım.

9 Nisan 2010 Cuma

Julie&Julia



İki gerçek hikayeyi izlerken birini diğerinden daha fazla sevebilirsiniz. Bana da olan bu. Bir yandan Julia'nın yaşadığı döneme imrenmek, her zaman eğlenceli ve azimli oluşuna hayran kalmak çok normal. Öte yandan filmi izlerken kendimi Julie'ye daha yakın hissettiğimi söyleyebilirim. Çünkü günümüz hayatının getirdiği yoğunluk, yorgunluk, vaktim yok yalanı bu hikayede kendini gösteriyor. 

Julia, eşinin işi nedeniyle o ülkeden bu ülkeye savrulurken tutkusunu arıyor. Önce şapka yapımı dersleri alıyor. Üstesinden de rahatça geliyor. Ama bu O'nun tutkusu değil. Daha sonra ise Paris'te pazarları dolaşırken görüyoruz Julia'yı. Meyveleri, sebzeleri kokluyor, resmen seviyor onları çocukları gibi. Bir yandan da esnafla bol kahkahalı sohbetlere giriyor. Amerikalı Julia Child, Fransız mutfağına merak salıyor.. Esasen tutkusunu keşfediyor diyebiliriz.   
Ünlü yemek okulu Cordon Blue'ya gitmeye başlıyor. En yetenekli aşçıların olduğu sınıfta kendini soğan doğrayamazken buluyor. O gün eve gittiğinde bir çuval soğan doğrayıp diğerlerinin de önüne geçiyor.. Evet, Julia azmini tutkusundan alıyor. Tüm bunları, yıllarca uğraş vereceği bir yemek kitabı takip ediyor. 
Ama Julia bu kadar basit bir insan değil.. Eşiyle mükemmele yakın bir ilişkisi var. Çocukları olmuyor ve o da pişirdiği yemeklere çocuğuymuşcasına önem veriyor. 14 Şubat sevgililer gününü arkadaşlarıyla kutladıkları bir sahnede, herkesin kalbinin üzerine kırmızı büyük kalpler taktığını görüyoruz. Ve ardından gelen; "You are the butter to my bread, and the breath to my life." 
Julia, kompleksleri olmayan bir kadın.. Hayatını seviyor ve eğlenmesini, gülmesini biliyor. Bunun yanında hırslara boğulmadığını da çok net bir şekilde görüyoruz. O sadece yemek kitabı çıkartmak istiyor. Ne kadar para alacağı ya da adının kitapta nerde duracağı umrunda değil. 
Julia'yı, Meryl Streep mükemmel bir şekilde canlandırmış. Bon Appétit demesi, ses tonu, kahkahası.. Oyunculuk insana sınırsızlığı, özgürlüğü veriyor bence. Aynı bedende bir süreliğine başka bir ruhta dolaşabilme imkanı. Merly Steeps, Julia Child'ın videolarını kaç kez üstüste izledi bilmiyorum, çok da önemli değil ama sonuç çok başarılı. 

Diğer yandan ise bizim zamanımızda yaşayan Julie var. Çağrı merkezinde çalışıyor ve insanların her telden, alakasız sorunlarını dinleyip onlara yardımcı olmaya çalışıyor. Ama bir eksiklik var.. Çünkü başladığı her şeyi yarım bırakıyor! Tıpkı benim gibi.. Ve kendi kendine söz veriyor. Her gün vaktini ayırıp Julia'nın kitabında yer alan tüm yemekleri teker teker yapacak, bunu da bloguna yazacak. Julia'nın en çok istediği şey, yazar olmak. Yazmaya başlamış olduğu kitabını ise yarım bıraktığını duymak beni şaşırtmıyor. Kimsenin yayımlayacağını düşünüp kendine bahaneler uyduruyor. 

İşte bu noktada bloglar iyiki var diyoruz.. Yayımlama derdi yok, kendini uzmanlaşmış olarak tanıtan insanlara ıspatlama derdi yok.. Sadece içinden geldiği gibi yazmak var. Julie, bloguna yazdığı ilk yazıda kimsenin O'nu duymadığını düşünüyor. Sonraları işler değişiyor ve yüzlerce hit almaya başlayan bir blogun yazarı olarak buluyor kendini. 

Burda hoşuma giden iki sahne var.. Birincisi sevgiliyle birlikte yengeçler alınıp eve gelinmiştir. Onları kaynar suya atamayan Julie'nin imdanına sevgilisi yetişir. Fakat yine de yengeçler kendini tencereden atmanın bir yolunu bulur. Ve arkada çalan psycho killer. Bu sahne şu bakımdan güzel: Eve gelip TV karşısında pineklemek zorunda değiliz! Evet çalışmak yorucu, stressli.. Ama kendine ayırdığın zaman ve hobin emin ol seni aşkı memnundan daha fazla tatmin edecektir. Julie'nin artık hayatında zevk aldığı, tutunduğu bir şeyler olduğunu gördüğümüz sahne bence bu.
Günde 9 saatinizi hatta belki daha fazlasını harcadığınız iş yerindeki stresse ve ölü ruhlara inat kendin için bir şeyler yapabileceğinin göstergesi.

İkincisi ise, Julie'nın mutfakta yerlere yatarak ağlaması.. Bana çok doğal geldi. Hakkaten bazen ben de mutfakta öyle yere yatıp ağlamak istiyorum hele de saatlerimi harcayıp şekerli bi poaça yapmışsam. (Julie orda tabi zor bir yemek yapıyordu :) ) Bir noktada hepimiz zora gelemiyoruz. Bugün gribim yapmasam da olur, ayh çok yorgunum geç, biraz daha fazla uyuyim günlerdir uyuyamıyorum gibi nedenlerle çoğu zaman vicdan rahatlatması yapıyoruz. Ama kendine verdiği sözü tutan Julie bana çok iyi örnek oldu. Bırakmadı. 

İki hikayede de tutkusunun peşinden giden kadınlar var. İkisinin de anlayışlı, pıtırcık, sevmesini bilen sevgilisi var.. İkisinin de bitmek bilmez enerjisi ve yaşam doyumsuzluğu var.


Ben bu filmi izledikten sonra bazı şeylere uyandım. Belki de uyanasım varmış.. Ama hayallerinin peşinden gitmek hayal değil. Aklımda uzun zamandır hapsettiğim düşüncelerimi bir bir ellerimle ovalayıp parlatarak hayatıma katmaya karar verdim. 

Ayrıca hırslı insanlardan hiç haz etmem. 

Bir de bu film bi pazar günü filmi.. Kafa yormayıp, mutlu eden.






3 Nisan 2010 Cumartesi

Temasız

Lhasa de Sela.. La Marée Haute. En sevdiğim şarkısı diyemeyeceğim. Karar veremiyorum, youtube'ta şarkılarının arasında gidip geliyorum. Hepsi kalbimi bi şekilde burkuyor. Ya da şu an kalbim çok buruk, bana öyle geliyor. 


Karanlığın Aynasında'yı okuyorum. Karakterler aklımdan çıkmıyor. Baş karakter Orhan'la konuşup Sarp'a hak veriyorum." Evet, bir romanın içindeyiz, Sarp!" dedikten sonra ikimizinde deli gibi kahkahalar atarak rakılarımızı yudumladığımızı düşünüyorum. Bir nev-i Orhan oluyorum. 


Haydarpaşa garında Emre'yle konuşuyoruz. Julie&Julia filminden bir replik söylemiştim ona. Aynısını bana tekrar etmeye çalışıyor şimdi. "Bu sefer yarım bırakma. Devamlı karşına çıkacak, bitir gitsin." Ya da kurtul gitsin.. Bilemiyorum şimdi. Hayır yarım bırakmayacağım. Artık aldığım kitapları da sonuna kadar okuyorum. Ah şu galaksi rehberi! Ansiklopedi gibi yatağımın yanında duruyor. Maalesef bir süre daha orda duracak. 


Bu yazının teması yok. İçimden geçenler çok karışık.


Ağlamak istiyorum bugün epey. Epey epey. Ahhh! İnsan, sevgilisi bi süreliğine ailesinin yanına gitti diye bu kadar üzülür mü. Şimdi bir boyun mesafesinde bebek kokusu olmalıydı burda. Kalbim, çaydanlığın üstü gibi boynunu büktü bugün. Gelene kadar demlenmeye bıraktı kendini.  Şimdi maske surat olacağım Parkinson hastaları ve Orhan gibi! 


Bir ara Julie&Julia, bitince de Karanlığın Aynasında hakkında yazmayı unutmamayım. Not. 

27 Mart 2010 Cumartesi

Görünmeyen


Paul Auster. Sürükleyici ve iç içe geçmiş birçok hayat. Bu tarz kitapları okumayı seviyorum. Eğer bir kitabı okurken her şeyi unutup karakterlerle aynı mekanda yaşıyormuş gibi hissedersem tamamdır.

Görünmeyen'den bahsediyorum. Paul Auster'ın son kitabı. Evet New York Üçlemesi kitabındaki kadar gerilim ve heycan yok ama kurgu var en alasından. İlk başta ana karakterin ağzından dinlerken hikayeyi, birden üçüncü tekil şahısa dönüyor. Sonrasında başka karakterlerden dinlemeye devam ediyoruz. Orhan Pamuk kitaplarından aşinayız zaten böylesine. En ufak bir anlaşılmazlık yok kitapta. Kuzu eti yumuşaklığında ve dana eti yağsızlığında. (Hahah nasıl bir benzetme şimdi bu Didem. Mutfaktan uzaklaş! run beybi run.)

Ama en önemlisi.. Margot'nun gözaltı çizgilerini, gözlerinin iriliğini, vücudunun cılızlığını gözlerimi kapadığımda görebildim. Dokunduğumu bile sandım. Gwyen'in ise duru, taze ve herkes tarafından kabul edilen güzelliğini Adam'ın gözlerinde gördüm.

Kitapta yoğun olarak işlenilen kavram "adalet". Şahit olunan bir adaletsizliğin içten içe insanı rahat bırakmaması. Hatta tüm hayatını bu adaletsizliğe göre kurması. Bunun yanında öldürmek gibi güçlü ve benim nasıl bir his verdiğini bilmediğim bir duyguyu karakterin çok rahat taşıdığını görüyoruz. Yani birinin içini kemiren adaletsizlik diğerinin rahatlığı ve belki de özgürlüğü. Bunun yanında kitapta cinsel hazlar ve ensest ilişkileri de görüyoruz. Varlığının, anın gerçek olduğu derin inlemelere kadar. Sex is sex. Just sex. Bunun üzerine kurulu, içi boş gibi görünüp de tutkunun ve paylaşımın olduğu dokunuşlar. 68 dönemine, ırkçılığa göndermeler de mevcut kitapta. Hatta felsefe bazında Descartes'a yapılan ve benim çok hoşuma giden bir gönderme de var. Geçenlerde Taksim Robinson'da mimarlıkla ilgili bir kitap görmüştüm. Arka kapağında '' Dil olmadan düşünce var olabilir mi?'' diye bir soru sorulmuştu. Kitapçıdan çıktığımızda Emre'ye sordum heycanla. Resim vb. şeyler de yoksa hayır var olamaz. Beden ve beyin ikiliği yapan Descartes'ın yanıldığını daha doğrusu böyle bir ayrımın yapılamayacağını kitapta bir dialogda da görüyoruz. Anlatmak istediğim kesinlikle kuru bir kitap olmadığı. Yoğun bir krema tadı yok ama sossuz makarna da değil. (Birkaç gün yemek yapma bence Didem. )

Beni hayal kırıklığına uğratan tek şey kitabın sonu. Birdenbire alakasız şekilde bitiyor. Evet filmlerde de böyle sonlara alışkınız. Ne olduğunu anlamadan biter bi nev-i sonunu izleyiciye bırakır. Ama burda zaten bir sonuç mevcut sadece '' yeter artık yazmasam da olur.'' tadı var gibi.. Karakterin hastalığı, güçsüzlüğü sanki Auster'a da bulaşmış. Gücü kalmamış da bitirmiş gibi.

Nitekim Görünmeyen'i bitirdiğim bugünden itibaren yenisini yine heycanla bekliyorum. Hep bir muziplikle, gülümsemeyle rafa yaklaşıp '' Bu sefer n'aptın Auster'ım'' diyesim geliyor.. Ayrıca.. Kitap kapağındaki file çorap, kırmızı oje ve ingiliz stili ayakkabılar. Enfes.

19 Ocak 2010 Salı

Sireli Yeğpayris, Hrant!

Bugün 19 Ocak 2010.
Arkasından vurulup yazmaya alışkın olduğu gazete sayfalarıyla üstü örtülen Hrant Dink cinayetinin 3. yılı.
Asıl faillerinin ortaya bilerek çıkarılmadığı 3. yılı.

Biz bugün 5.000'i aşkın kişi, Agos Gazetesi'nin önündeydik. Hrant için, adalet için.
Boğazların düğümlendiği anda karla karışık gözyaşlarımız vardı bugün. Ama en çok içimde bu ülkeye karşı duyduğum öfkeyi hissettim. Hrant'ın katili Ergenekon Devleti! Bu bir sır değil. Bu, kapıların arkasına saklanmaya çalıştıkça bizim duvarları yıktığımız bir farkındalık.


Hrant'ın oğlu Arat Dink içinden geldiği gibi konuştu. İçinde tuttuğu çok daha fazlası vardı eminiz. Sordu. Bir kez daha sordu. Ülkenin adaletine güvendiği için değil orada toplanan insanlara inandığı için.


Bugün gerçekten içim acıyor. Çünkü bu ülke tuhaf.. Bu ülke, O'nu daha iyi yapabilmek için uğraşan insanlara zarar veriyor. Resmen siyah bir fırtına.. Yavaş yavaş sokulup seni korkutmaya çalışan. Korkmadığını görünce de ''Sen misin benden korkmayan!'' diye egosunu tatmin etmek istercesine gücünü kanda bulan bir ülke. İçine çekip, yutan.. Uğur Mumcular, Hrantlar..

Bugün Sırrı Süreyya Önder de çok güzel bir konuşma yaptı. Buraya aktarmak istiyorum çünkü üstüne bir şey demeye gerek bırakmıyor ve bu yazıyı paylaşmak varken boşa konuştuğumu düşünüyorum.

Sevgili Kardeşim Hrant!

Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu topraklarının çocuklarına, henüz küçücük bebeklerken anlatılan bir masal vardır.

Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir parmakla basılır ve "Buraya bir kuş konmuş..." diye başlar...

Sonra devam edilir. O minicik parmaklar tek tek, bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir "OPERASYON"a suç ortağı yapılarak anlatılır.

"Bu tutmuş..." denilir önce.

"Bu tüylerini yolmuş..." denir ardından...

"Bu pişirmiş..." dedikten sonra,

"Bu yemiş..." diyerek masalın vahşet boyutu iyice ballandırılır.

Adını serçeden alan en küçük parmak "hani bana - hani bana" diyerek ağlamaktadır masalın sonunda.

Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim.

Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün tedirginliğinle.

Bir hoyrat parmak tam da üzerine basarak, bu "OPERASYON"u, bu ülkenin bir serçe kadar ufalmış, küçücük zihinlerine göstere göstere ve arsızca anlatmaya devam ediyor.

"Bu tutmuş.." denilenler var ya... İşte senin ilk katillerin onlardır, biliyoruz!

Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler üzerine.

Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular.

Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler.

Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara..

Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi...

"Tüylerini yolma" işini büyük bir kanperestlikle üstlenenleri sen de biliyorsun.

O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini onların paçavralarıyla örtmüşlerdi. "ders gibi gerekçe" diyenler de vardı. "Yargıtayı böldüğünü" haykıranlar da.

"Kanadı kırık kuş merhamet ister" diyemediler.

Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır.

"Pişirmek", iyice aç, çıplak ve savunmasız bırakmak bu ülkenin KOZMİK geleneğinin en iyi bildiği işti. Onu kimselere bırakmadılar. Esen yelden hile sezen asırlık gelenekleri ve nobranlıklarıyla gözlerini kör, kulaklarını sağır, dillerini lal ettiler.

Bir düğün sağdıcı gibi kanlı günün hazırlıklarını yapıp, önündeki engelleri temizlediler.

İşlerini layıkıyla yaptılar. Yapamadıklarını da katlinden sonraya bıraktılar. O kadar pervasız, o kadar küstahtılar.

Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe pusuya düşürenler onlardır.

Bu kanlı ziyafeti yiyenler için konuşmaya bile değmez. Onlar cezaevinde fiziksel olarak, mahkemede zihinsel olarak semirtilip duruyorlar.

"Kurban" olduklarını bilmedikleri için küspeyle beslenmelerini ikram zannediyorlar.

Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran "KALLEŞTİR"

Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır.

Bizler, hani bana demeyenler, bu zalimler sofrasına haykırıyoruz.

Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz!

Kardeşler!

3 yıl önce tam da burada yere düşen, sadece kardeşimiz Hrant değildir.

Yere düşen namusumuz, izzetimiz ve haysiyetimizdir.

Bunu namusu saymamak namustan habersiz olmak demektir.

Bunu haysiyet saymamak, haysiyetten nasipsiz olmak demektir.

Madem katilleri tanıyoruz.

Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür.

Yaşasın insanlık onuru.

Yaşasın tüm dünya halklarının onurlu kardeşliği. (EÖ)

19 Ocak 2010

Sırrı Süreyya Önder