30 Temmuz 2009 Perşembe

Boş zaman aktivitesi

www.questfortherest.com ( bağlantı ekleyince sapıtıyor açılmıyor.. Copy-paste maalesef.)

hoş müzik.. biraz da sıkıntı giderici.

26 Temmuz 2009 Pazar

Tim Burton - Alice in Wonderland Promo

Tim Burton'ın yönetmenliğini yaptığı Big Fish'i izlediğimde hayalgücüne hayran kalmıştım.
Şimdi sırada Alice in Wonderland var.. Film Mart 2010 da vizyona girecek. Evet biraz sabretmek gerekiyor ama 3D ile çok keyifli olacak gibi.. :)


23 Temmuz 2009 Perşembe

Traveller 2 / Bled Lake & Lujbljana

Kaldığımız yerden devam..

Bled gölündeki 2. günümüzde sabah erkenden uyanıp kahvaltıya iniyoruz. Yumurtalı, kızarmış ekmekli kahvaltımızı yapıyoruz. Damien bize ne yapmak istediğimizi soruyor. Tabiki Bled gölüne gitmek istiyoruz.. Biraz gezip, gölde yüzmek istiyoruz.

Bled gölü buzul çağında oluşmuş ve tam ortasında bir ada var. Slovenya'da böyle bir manzarayla karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Çok temiz ve heryer yemyeşil. Önce göl kenarında dolaşıyoruz ama yüzen kimse göremedikçe deli oluyoruz. Su çok güzel, berrak. Yüzen balıkları ve gölün dibini görmek mümkün.

Havası çok acaip.. 1 saat güneş varsa 2 saat yağmur yağıyor. İnsanlar da alışmış artık, umurlarında değil.

Burda doğa sporları çok gelişmiş. Rafting, Canoeing, Yamaç paraşütü vs. ne ararsan var. Eh pek tabiki biras pahalı. Gerçi 1 gün boyunca tüm aktiviteleri yapmak için 85 euro istemişlerdi. Rafting için ise ayrıca 35 euro alıyorlar. Raftingin ne boku var bilemedim tabi.. Zaten hiç böyle atraksiyonlara girmedik. Biraz huzur, sessizlik, insanlardan uzakta kafamızı dinlemek istediğimizden.

Biraz gezindikten sonra Kaleye gittik. Bled Castle. Giriş çok pahalı. Kişi başı 7euro. Yani 15 yetele. Turist geliyor sömürelim kafası aynen.
Ama şunu söyleyim adamlar güzel müze yapmışlar kalenin içine. Küçük bir müze ama ne bulursa koymuşlar. Bir de küçük plazmalar yerleştirip Slovenya'yı ve Bled'i anlatmışlar. Slovenya'nın demiryolu çok gelişmiş ki bunu da müzede anlatmışlar. Eskiden Türkiye, Fransa ve İtalya'ya demir satıyorlarmış. Biz ise tren yoluyla ancak Belgrad'a kadar gidebiliyoruz. Yapsana Amsterdam'a kadar tren yolu, yazık değil mi bize? Trende görüyorsun Prag: 25 euro yazıyor. Orda yaşasam heryeri gezerdim. Avrupada çocuklar ilkokul, ortaokuldan itibaren gezmeye başlıyorlar hem de okul gezisi çerçevesinde. Neyse işte..

Kale diyorduk. Kalenin içinde pahalı bir cafe, restaurant, müze ve eski yıllardan kalma matbaa gibi bir şey var.































Bled kalesini de gezdikten sonra bu sefer ağaçların arasından göle iniyoruz. Sanırım bu yol eskiden yiyecek taşımak için ve haberleşmeyi sağlamak için gizli bir yol olarak kullanılıyormuş. Kaleye de ulaşmak çok zor en tepeye inşa etmişler ve kalenin üst katı gözcüler için ayrılmış ufak ufak odacıklardan oluşuyor.

Göl kıyısına geldikten sonra yüzece bir yer arıyoruz.. Güneşlenmek ve göle girmek için ayrılmış özel alanlar var. Tabiki de paralı. Bir kişi 6 euro.. Ve kimsecikler yok. Biraz daha yürüyoruz ve sevgili kuytu bir köşe buluyor. Ağaçları aşıp biraz aşağıya inince toprağa basarak soyunuyoruz. Soğuk. Ve tabiki de gölde yüzmek çok daha zor. Biraz yüzdükten sonra üstümüze bir şeyler geçirip yakınlardaki cafeye gidip biramızı yudumladık. Tam o anda tekrar yağmur bastırdı. Hafif yorgunluk, bira, yağmur..

Akşama doğru Damien bizi almaya geldiğinde yolda Slovenya'nın Yugoslavya'dan ayrılışını ve Avrupa Birliğinin onları nasıl etkilediğini sorduk. Damien'in anlattığına göre - ki kendisi 50-60lı yaşlarda hacı amca tiplemesinde biri - Slovenya'nın durumu zaten hep iyiymiş ekonomik açıdan. Savaş orda sadece 10 gün sürmüş, çok etkilenmemişler.. Bosna-Hersek'in tam aksine.
Avrupa Birliğinin ise ekonomik açıdan çok iyi olmadığını, herşeyin biraz daha pahalı hale geldiğini söyledi. Her şeye rağmen onlara göre hava hoş gibi..

Marisa akşam yemekte schnitzel yapmıştı yanında elma dilim patatesler. Odamıza çıkıp balkonumuzda bira keyfimizi yaparken dağların üstünden şehre sis çöküşünü izledik.

3. günümüzde ise köyde vakit geçirmeyi tercih ettik. Herkes bisiklet sürüyor. Ayrıca yolda birdenbire ata binen insanlar görmek mümkün. Benim tüm çocukluğum Mersin'de geçti. Kocaman deniz kıyısında olan bir mahallemiz vardı. Nerdeyse 6 yaşından beri bisikletle fırfır dolaşırdım. Lakin Bled'de bu mümkün olmadı. Unutmuşum.. Nasıl olur ki.. ''Bisiklet sürmek gibi'' deyimini boşa çıkardım. Sevgilimin büyük çaba ve yardımlarıyla az gittim uz gidemedim.

4. gün ise trenle Lujbljana'ya gittik. 1 saat sürüyor. Güzel bir şehir.. Nehir kıyısında cafe, barları ve incik boncuk satan tezgahtarları. Düzenli de bir şehir kaybolmanız mümkün değil. Şehrin tam ortasında Lujbljana Üniversitesi var. Bizim bildiğimiz Börek burda Burek diye satılıyor. Biraz şehri gezdikten sonra meydandaki bir kafeye oturup dondurma yiyoruz. O sırada aniden balkan havaları çalan bir grup meydanın ortasında şarkılarını çalmaya başlıyor.
Biz Taksim meydanından bu görüntüye alışık olduğumuz için çok şaşırmıyoruz. Ama şimdi Balkan ruhunu hissedebiliyoruz biraz daha.

Ve tabiki yine birden bastıran yağmur..
Lujbljana'dan birkaç fotoğraf..































Kafelerin olduğu yer..














Yan tarafta hemen pazar vardı. Meyve ve sebzelerin satıldığı. 2 euroya frambuaz alıp yolda bolca rastlayabileceğiniz çeşmelerin birinde yıkayıp güselce yedik.

Çeşmeler çok güzel. İstanbul'da da var ama hiçbiri çalışmıyor, hiçbirinden su akmıyor..
















Şehir meydanı..



















Lujbljana Üniversitesi..

16 Temmuz 2009 Perşembe

Traveller

Özlüyor insan buraları. İnsanlarını pek değil ama üzüm asmalarının altında rakı içmeyi, Taksim gibi kategorize edilemeyecek bir yerde kalabalığa aldırmadan yürümeyi, boğaz kenarında çayını yudumlamayı..

Balkan kafalarına girdik. Paris, İtalya, Slovenya, Hırvatistan ve Sırbistan üzerinden İstanbul.

Paris çok kalabalık, metroları leş.. Metroya binmek yerine yürümeyi tercih ediyordum hep. Ama adım başı metro var ve heryere gidiyor. İnsanları kibirli ve umurlarında değilsin. Sanırım en büyük eğlenceleri küçük pub, cafelere oturup şarap veya biralarını içip insanları izlemek. Manzara felan yok, hemen önlerinden vızır vızır arabalar geçiyor. Gel gör ki Seine nehri üzerindeki Pont Neuf ve Pont des Arts köprüleri gençler için süper mekan olmuş. Özellikle Pont des Arts köprüsünün üstünde herkes istediği gibi içiyor. İnsanlar battaniyelerini ve piknik sepetlerini alıp bir şişe de şaraplarını koyup rüzgara ve seine nehrine karşı eğleniyorlar. Keyif yani tam anlamıyla..
En güzeli ise kimse birbirine bakmıyor, rahatsız etmiyor. Eğer o köprü burada olsaydı büyük ihtimalle önce işportacılar işgal ederdi o köprüyü, sonra köprü yanında arabalarından bangır bangır müzik sesleri gelen magandaların mekanı olup en sonunda da tecavüz haberlerinin kaynağı haline gelirdi. Ne yazık ki bu böyle.. Biraz ülkenin ekonomisi ile de ilgisi var. Eh bir de ordaki insanlar çok daha rahat.. Bu rahatlığı bazı kesimler yanlış anlamdıracaktır kesin. Rahatlığı, biz de mi köprülerde sevişelim? sorusuna çeviren bir zihniyet mevcut. Oturup bunu tartışmayacağım burda.

Paristeki son günlerimizde la fête de la musique vardı. Şehrin heryerinde ayrı bir eğlence. Gay sokağında striptiz yapan erkekler, Sırbistan konsolosluğunun önünde balkan müzikleri çalan ve oldukça ve profesyonel olan bir grup, pont neuf köprüsünde gypsyler, Bastille'de tekno ve house müzikleri.. Biz daha çok Balkan müziği eşliğinde coştuk. Sokağın ortasında sevgiliyle birlikte deli gibi dans ettik. Bizi taklit eden bikaç çift çıkmadı değil. En çok biz eğlendik. Ebet.























Yolculuğa Paristen başladık. Bir haftalık Paris sonrası sabahın 5inde kalkıp İtalya için Beauvais havaalanına gittik. Uçak biletinin fiyatı inanılmaz. 10 euro. Normalde 1 cent ve vergilerle birlikte 10 euro oluyor. Avrupa içi ulaşım çok rahat ve ucuz. Bu yönden insan Avrupa Birliğine girsek ne güzel olur diyor. Gerçi bizdeki havayolları genelde karın karını yapmaya çalıştıkları için biraz zor. Burda da Ryanair gibi bir havayolu şirketi olsa, ucuza ulaşım sağlasa, bir yere gitmek için paramızın hepsini yola vermek zorunda kalmasak şukella olurdu.

1buçuk saatlik yolculuktan sonra İtalyadayız. Tren istasyonuna gitmek için hemen bir otobüse atıyoruz kendimizi. Bergomadayız. Tren biletlerimizi aldıktan sonra Bergomada dolaşmaya başlıyoruz. Normalde istasyonlar şehir merkezinden uzakta kurulurken burda tam tersi. Zaten oldukça küçük bir şehir. Biraz yürüdükten sonra bir parka atıyoruz kendimizi ve bavullarımızı. Heryer park, yeşillik ve pizzacı. Pizza-bira yapıp kendimize geliyoruz. Pizzalar kocaman. Şehirde çok fazla bir şey yok. Dediğim gibi zaten ufak.. Tren biletimize bakıyoruz. Bundan sonraki istikamet: Brescia.

Lakin Brescia çok kötü yapılanmış bir şehir. Merkeze öylece ulaşamıyorsunuz. Otobüs desen çok seyrek. Mızmızlanıyorum. Hadi Venedik'e gidelim diyorum. Gidiyoruz. Sabahın 5inden beri yoldayız ama yorgun değilim zerre.
Venedik büyüleyici bir şehir. Hava biraz serin ve yağmurluydu haziran sonu olmasına rağmen. Heryerden sular geçiyor. Minik minik köprülerden geçerken sağında ve solunda manzara çok güzel. Eski evler, dar sokaklar. Hatta bir ev gördüm ve içinde yaşayanlara çok özendim. Hemen fotoğrafını koyayım.


İşte tam ortadaki çiçekli, büyük kapılı ev. Altından sakin bir su akıyor. Balkonunda çiçekler. Evin içinde rahat koltuklarında içen birkaç genç vardı. Değerini biliyorlardır umarım.

Venedik'in maskeleri ve dondurması ünlü. El yapımı dondurmalar. Gerçekten çok lezzetli. Hele yoğurtlu meyveli olanı şahane. Salak gibi almayıp, sevgilinin dondurmasından otlandım.
Ucuz bir şehir değil elbette.. Mesela Venedik maskeleri 50euro civarında. Hadi onu geç.. 1.20 euro su. Evet bir şişe su 1.20 euro.

































Evine böyle bir köprüden girmek hoş olsa gerek..












Trene yetişmek için yağmur çiselerken koşturmaya başlıyoruz. Sırada Ljubljana var.
Slovenya'nın başkenti. 4 saatlik bir tren yolculuğu bekliyor bizi. Tren çok konforlu, laptop için şarj yerleri felan var. Klimalı. Diyoruz ki acaba first classta mıyız, bir terslik var ama ne?
İnmemize 5dk kala tren görevlisi geliyor.. Herkesin biletlerini kontrol ediyor ve bizimkini kontrol ederken anlıyoruz. Yanlış trendeyiz. Hayır bu da Ljubljana'ya gidiyor fakat hızlı trendeyiz. Adam tam ceza kesecekken bize, durağa geliyoruz. Cezadan da vazgeçiyor lanet olsun der gibi bi bakış atarken hemen bavullarımızı alıp iniyoruz.

Gece 01:30.. Heryer kapalı ve hava oldukça soğuk.. Tren istasyonunun tam karşısında 24 saat açık olan 2 cafe var.. Bizdeki börek orda Burek diye satılıyor. Birer pizza yiyoruz ve sıcak bir şeyler içebilmek için cafe arayışına başlıyoruz. Yok.. Burda da bolca köprü ve nehir var. Bir banka oturup sabah olmasını bekliyoruz. Çünkü sabah trene binip Bled'e gideceğiz. Sevgilim banka uzanıp dizime yatıyor. Üşüyoruz. Üstüne kapanıyorum, üşümesin. Biraz uyuyoruz. Genç nüfus oldukça fazla. Laf atıyorlar. Nerden geldiniz diye.. Türkiye, İstanbul diyoruz. Bir çocuk diyor ki, benim için çok büyük.
Sabah 5te tren istasyonu açılıyor. Hemen gidiyoruz, Bled için biletimizi alıp istasyondaki cafeye oturuyoruz. Birer sıcak kahve içmek tek isteğimiz bu. Sabah 6daki trene binip Blede gidiyoruz. Yorgunuz.. Tam 1 gündür yoldayız ve hiç uyumamışız. Ama öyle çekilmeyecek, bıkkınlık verecek bir yorgunluk değil.

Sonunda asıl tatil yapmak istediğimiz Bled gölüne varıyoruz. Kalacağımız yer Jakelj Backpackers. Damien ve Marisa bu hostelin sahibi. Yaşlı ama hala dinç bu sebeple yaşlı dememin pek doğru olmayacağı bir çift. Tren istasyonundan Damien'i arıyoruz gelip bizi alması için. 15 dk sonra geliyor. Ve nihayet hostelde, odamızdayız. Heryer yeşillik. Böyle bir huzur olamaz. İnsan gerçekten nefes alıyor burda. Kocaman oksijen. Neyseki ben arada sigara içiyorum da dengeleniyor hava.
Sabah 9 gibi uyuyoruz.. Öglen 2 gibi gözlerimizi açtığımızda azarlar bir ses tonunda, daha 5 saat olmuş bu kadar az uyanmaz. Biraz daha diyorum..

Kaldığımız yer Bledden biraz uzakta. 15-20 dk.. Biz Zirovnica'da kalıyoruz. Küçük bir köy aslında.. Ama oldukça zengin bir köy. Evlerin hepsi tek katlı, bahçeli, bahçelerinde salıncaklar falan var ve her evin önünde 3-5 tane gıcır araba. Dağlardan birinin arkasında İtalya, diğerinin arkasında da Avusturya var. Tam ortada ise biz varız.

Sağdaki fotoğraf kaldığımız hostelin fotoğrafı. 2. kat balkonda biramızı içip, bazen üşüten esintide mayılmak çok keyifliydi.. Şimdilik bu kadar.. Bledi sonraya bırakıyorum çünkü çok huzurlu bir yerdi. Tarihi olarak da ilginç.
Hadi bakalım.. Bi yemek yiyelim, bi sigara içelim, bi taksime çıkalım.